30 Ağustos 2011 Salı

Klinik Psikologların Anaokullarında Ne İşi Var?

Bir süredir aklımda bu sorunun cevabını arıyorum. Kendimce verdiğim cevapların bazılarının çok acımasız olduğunu düşünüyorum bazen. Bu konuda bir şeyler yazsam, klinik psikologların düşmanlığını kazanır mıyım diye duraksıyorum. Bir yandan da hem iş verenlerin hem de hizmet alan velilerin bu konuda biraz daha bilgilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Klinik psikolog ne yapar, ne yapmamalı ya da eğitim psikoloğunun görev ve sorumluluklarını uzun uzadıya tartışmak değil amacım. Keza bunlar ve diğer alt alanlar arasındaki görev tanımları hakkında hala bir uzlaşma sağlanabildiği söylenemez. Hele ki ülkemizde en çok ben para kazanmalıyım kaygısından kaynaklandığını düşündüğüm Psikiyatrist-Klinik Psikolog-Psikolog-Psikolojik Danışman-Rehber Öğretmen-Sosyal Hizmet Uzmanı hiyerarşisine bir daldık mı çıkamayız alim allah... Bakın tam bu noktada dikkatinizi çekmek isterim: Bu hiyerarşide ne eğitim psikologları yer alır ne de diğer alanlarda çalışan psikologlar.

Bunun nedenini varın siz bulun...

Piyasada bu kadar çok rehber öğretmen, psikolojik danışman varken, ana okullarında klinik psikologlara iş vermenin göz boyamaktan başka bir şey olduğunu düşünmüyorum. Kaldı ki aslında bence bir tek okul öncesi kurumlarda değil tüm okullarda klinik psikologlar ancak destek ekibinde yer almalı. Eğitim psikologlarının ise bu noktada rehber öğretmen ve psikolojik danışmanlarla karıştırılmamasının gerekliliğini vurgulamakta fayda görüyorum. Uzun uzadıya bu ünvanları alabilmek için gerekli olan eğitimlerin arasındaki farkları yazmaya kalksam herhalde ortaya bir kitap çıkar.

Ancak benim açımdan en net görünen farklılık şudur ki rehber öğretmenler/psikolojik danışmanlar eğitim fakültesi çıkışlı oldukları için pedagojik formasyon (yani öğretebilme) alt yapısıyla mezun olurlarken eğitim psikologları (Türkiye’de durum farklı çünkü Türkiye çıkışlı eğitim psikoloğu sayısı çok az, onlar da eğitim fakültesi çıkışlı, ancak yurt dışında eğitim almışlar için durum farklı) psikoloji (yani alanda araştırma yapabilme) alt yapısıyla mezun oluyorlar. Eğitim Psikoloğu’nu bir nevi AR-GE ci, Rehber Öğretmeni’de uygulamacı olarak düşünebilirsiniz. Eğitim Psikoloğu daha çok öğrenme-öğretme sürecindeki (eğitim ortamı/strateji/metodoloji ağırlıklı) aksaklıklara odaklanırken Rehber Öğretmen Psikolojik Danışman daha çok öğrenci ve ailesinden kaynaklanan sorunlara odaklanır, bunun dışında koruyucu psikoloji çalışmaları yapar.

Klinik Psikolog okullarda peki ne yapar? Görevi ve eğitiminin alt yapısı icabı çocuklardaki eksiklikleri, bozuklukları, aksaklıkları ele alır. Bunları tedavi etmeye odaklanır.

Oysa ki okul bir tedavi yeri- bir klinik değildir. Bir eğitim kurumudur. Ve hangi gözle bakarsanız sistemin öyle işlediğini görebilirsiniz. Eğitimciler genelde bu çocuğun şu yönü kuvvetli bunu nasıl güçlendiririz, öğretmen acaba sınıfta neler yapsa da bu çocuk eğitime daha aktif katılabilir diye kafa yorarken, Klinik Psikolog, bu çocuk yaşıtlarına göre daha az öğreniyor acaba bilişsel bir aksaklık mı var? Bir teste mi tabii tutsak ya da acaba terapiye mi alsak? Nasıl tedavi ederiz de bu çocuk düzelir? Diye kafa yorar. Daha anlaşılabilir bir benzetme yapacak olursak Eğitim Psikologları bardağın dolu tarafını görmeye çalışırlarken Klinik Psikologlar bardağın boş tarafını görürler. (Her genellemelerde %5e kadar hata payı vardır malum. Bu benzetmedeki hatayı sağolsun bir meslektaşım bana hatırlattı. Özellikle Pozitif Psikoloji temelli bir yaklaşım kullanan Klinik Psikologları bu genellemenin dışında tutmak gerektiğini belirtme ihtiyacı doğdu böylece).

Bu yazıyı artık üşenmesem de yazsam diye düşünürken bugün twitter’da bir eğitim psikoloğu arkadaşım çok güzel bir söz re-tweet etmiş: “by garystager Gary Stager, Ph.D. The role of each school's pedagogista (learning theorist) is to help teachers understand what kids can do, not find deficits” (Türkçesi: Her okulun pedagogunun (öğrenme kuramcısı) görevi çocukların eksikliklerini bulmak değil, öğretmenlerin cocukların ne yapabileceklerini anlamalarına yardımcı olmaktır.)

Bu tweet’i doğru kabul edersek, okullarımıza klinik psikologları sokmamamız lazım. Ancak şu noktada klinik psikologların okullarda çalışmasına sıcak bakabilirim: eğer okullardaki psikolojik destek kadrosu genişse, hem psikolojik danışman hem rehber öğretmen hem de bir eğitim koordinatörü varsa, destekleyici hizmet elemanı olarak klinik psikologlar yer alabilirler. Onların da sadece çocuklarınpsikolojik değerlendirmeleri yapılırken aktif olmaları, okullarda terapi veya tedavi edici hizmet sunmamaları şartıyla...

Belki merak ediyorsunuzdur yaz tatili sonrası bir çok konu varken neden klinik psikologlara taktım diye. Bunun açıklaması olarak size bir arkadaşımın başından geçen bir yaşantıyı onun izniyle size aktarmak istiyorum. Kurum ve uzmanın kimlik gizliliğine saygı duyduğum için isim kullanmamaya özen göstereceğim bu anlatımımda...

Uzun senelerdir İstanbuL’da yaşayan Amerikalı bir psikolog arkadaşım 2,5 yaşındaki kızının gittiği kreşteki kurum psikoloğunun ona karşı negatif tutum beslediğini düşündüğünden bahsederken şunları söyledi: “Başlangıçta ben konduramıyordum, beni bilerek görmezden geldiğine, eğitim sürecine katmak istemediğine inanmak istemiyordum ama ne zaman eşimle bir toplantıya gittik, o farketti. Bu psikologun sanırım sana karşı negatif bir tutumu var diye beni uyardı.” Daha sonra arkadaşımın Türk olan eşine kurum psikoloğu “çocuğunuzun duygusal bir sorunu olduğunu düşünüyorum ve onu terapiye almak istiyorum. Ama terapiye annesiyle değil, onun en iyi arkadaşıyla gelmesi gerek.” demiş. Bu sözleri duyduktan sonraki ilk tepkim şu oldu: “iddia

ya girerim ki kurum psikoloğu klinik psikolog. Herhalde bir araştırma yapıyor ve denek ihtiyacı var. Yoksa ben hayatımda duymadım anne yerine annenin en yakın arkadaşının çocukla terapiye alındığı bir yaklaşım.” Bu tepkim sonrasında arkadaşım bana kızının dönemsel gelişim raporunu verdiğinde dehşetim ikiye katlandı.

Rapor hem eğitim koordinatörü hem de doktor ünvanlı bir klinik psikolog ve aile terapisti imzasını taşıyordu. Bir kreş tarafından 2,5 yaşındaki bir çocuğun gelişimi hakkındaki düşüncelerin yansıtıldığı raporun dili ise psikoloji bilgisi olmayan bir velinin anlamasına imkan olmayacak şekilde yazılmıştı. Aşağıdaki resimlerde raporlarda altını çizdiğim cümleler, veli olsam benim anlayamacağımı düşündüğüm şeyler. Bir de siz bakın, merak ediyorum bana hak verecek misiniz?

Raporda bahsedilen modellerin 2,5 yaş grubunun değerlendirilmesinde ne kadar uygun olduğu konusunda da bir türlü tatmin olamadım. Dikkat-Algı modeli yine içlerinde en ikna edici. Ama 2,5 yaşındaki bir çocuğun kişilik özelliklerinden önce kazandığı becerilerden bahsetmek bana daha doğru olurmuş gibi geliyor.

Eğer bu konunun uzmanıysam, bu kadar küçük yaştaki bir çocuğun kişilik yapısını eleştirirken ailenin dinamiklerinin çok iyi tanınması gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde raporda belirtilen ve negatif bir özellik olarak yaklaşılan “kuralcı ve detaycı” kişilik belki de ailenin istediği bir özelliktir: aile çocuğunu seçici bir elitlikle yetiştirmek istiyor olabilir.

Kanaatimce bu raporda yapılan bir diğer hata ise zihinsel yapılanma modeli başlığı altında bahsedilen kendini ifade edebilme ve duygusal gelişim düzeyinde kendini varetme (ki bu tam olarak ne demek hala emin değilim. Biri bana işevuruk tanımını yapabilir mi?) sorunu. Bu alanlarda zorlanma yaşadığı tespit edilen çocuğun değerlendirilmesindeki ölçütleri çok merak ediyorum. Eğer olur da bu raporu yazan psikolog şans eseri bu yazımı okursa ve benimle iletişime geçip beni aydınlatırsa belki yeni bir şeyler öğrenebilirim ben de. Aksi takdirde bu çocuğun değerlendirmesi yapılırken, güçlük yaşadığı tespit edilirken çocuğun iki dilli bir ortamda yaşadığının ve kendini ingilizce daha iyi ifade ettiği gerçeğinin göz ardı edildiğini; değerlendirme dilinin ve normlarının ise türkçe olduğunu düşünmekten kendimi alı koyamayacağım.

Yaz sezonunu kapatıp, yeni akademik yıla başlamadan önceki son yazımı bitirirken kısaca dikkat çekmek istediğim konuları özetlersem: özellikle okul öncesi kurumların okul psikoloğu seçimlerinde çok hassas davranmasının önemi, velilerin psikologlar tarafından verilen raporları onların içlerine sinene kadar sorgulamalarının gerekliliği, 0-6 yaş grubunda gelişimsel değerlendirme yaparken yıkıcı değil yapıcı olmaya özen gösterilmesi, kişilik gibi daha sonraki yaşantıda önem kazanacak dinamik yapılara odaklanmak yerine kazanılması gereken temel beceriler üzerinden değerlendirmelerin yapılmasıdır...

Tüm öğretmen, öğrenci, veli, anne-baba, akademik kadro ve destek hizmetlilerine başarı dolu bir 2011-2012 akademik yılı geçirmelerini dilerim...

12 Temmuz 2011 Salı

Hepimiz "Homo"yuz Peki Bu Korku Niye?*

Yaşam koşulları, sosyal yapı, kültürel dinamikler değiştikçe normlar da değişiyor. Normlar değiştikçe ruhsal patolojilerin tanı kriterleri de. Uzun uzadıya ruh hastalıklarının tanı süreçleri tarihine girmek istemiyorum. Zira uzmanlık alanım değil. Bu noktada vurgulamak istediğim şu ki devir değiştikçe insanlar, insanlar değiştikçe dünya, dünya değiştikçe yaşam, yaşam değiştikçe kabul edilebilir davranışların ölçütleri değişiyor. Wikipedia'nın dediğine göre eşcinsellik 1973 yılından sonra DSM'den, yani ruhsal bir patoloji olmaktan, çıkarıldı. Dünyanın git gide kutuplaştığı, nefret suçlarının sıkça baş gösterdiği, insanların, bırakın farklılıklara saygı göstermesini, farklılıklara tahammül etme eşiklerinin bile düştüğü, saldırganlığın, şiddetin, hoşgörüsüzlüğün doruklara ulaştığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bu kötü gidişata dur demek için sosyal sorumluluk projeleri yapılıyor, insanları bilinçlendirerek şiddetin önüne geçilmeye çalışılıyor.

Türkiye koşullarında yaşantıları çok göze batmasa da ayrımcılıktan, nefret suçlarından nasiplerini alan eşcinseller seslerini duyurmak için çeşitli sivil toplum örgütlerinin çatısı altında toplanarak seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Ancak seslerinin yeterli düzeye ulaşması biraz da eşcinsel olmayanların elinde.
Ayrımcılığı önlemek için ayrımcılık mağdurların çabaları yetersiz kalır. Ayrımcı olmayan ve ayrımcılık karşıtı olan herkes bu tip çalışmalara destek olursa gelecekte daha hoşgörülü bir topluma kavuşmak sadece hayal düzeyinde kalmaz.

Neyse lafı daha fazla uzatmayayım da sizlere bu konu hakkında yazmamın sebebi bir kaç etkinlikten bahsedeyim. Bunları homofobi karşıtı, insanları bilinçlendirmeye yönelik olumlu örnekler olarak düşünebilirsiniz.

Mayıs ayında Terrassa'da bulunan araştırma yaptığım okulun tüm velilere gönderdiği aylık bülteni okuduğumda beni hem çok şaşırtan hem de çok takdir ettiğim bir etkinliğin aylık plana eklenmiş olduğunu gördüm.
Okul öncesi ve ilkokul öğrencilerine yönelik hikaye anlatma etkinliğinin seçilmiş teması homofobi idi.

Maalesef dalgınlığıma geldiği için o gün okulda olduğum halde etkinlik saatinden önce oradan ayrılmış bulundum ve bu ilginç etkinliği izleyemedim. Bu yüzden içerik ve kullanılan metodoloji hakkında yorum yapamayacağım. Ancak okul kendi blogunda bu etkinlikle ilgili kısa bir yazı yazmış ve fotoğraf koymuş.
Bu blogda yazılanlara göre öğrencilerden Fiona'nın annesi bir dizi hikaye anlatmış.
Bu hikayelerde vurgulanan şey insanların cinsiyetlerinden bağımsız birbirlerini nasıl sevdikleriymiş. Yani, bir kadın ya da bir erkek aşık olurken hem kendi hem karşısındakinin biyolojik cinsiyetinden bağımsız olarak aşık olması farklı hikayelerle anlatılmış. Ve bu hikayeler aracılığıyla farklı aile yapıları hakkında konuşma fırsatı bulmuş çocuklar (geçmiş senelerde okulların birinde anneler günü ya da babalar günü kutlamak yerine aileler günü kutlama fikri öne sürülürken ailelerde iki anne veya iki baba olabileceği de vurgulanmıştı).
Bu etkinlikle sevginin cinsiyetten, cinsel tercihlerlerden ve cinsiyet kimliğinden bağımsız olduğu, ebeveynlerin çocuklarını her zaman, her durumda sevdikleri mesajı verilmiş.

Türkiye'deki okullarımızda düşünebiliyor musunuz bir anne ya da baba gelsin çocuklara eşcinsellerin bayrağı altında böyle bir etkinlik yapsın ve okul da bunu eğitim planına dahil etsin. Bana maalesef bir ütopya gibi geliyor. Geleneksel aile yapısında büyüyen ve ilerleyen süreçte eşcinsel olduğunu farkeden çocuklarla bu tip etkinlikler eşliğinde büyümüş anlayışlı ve koşulsuz seven ailelerin bir üyesi olarak yetişmiş ve eşcinselliğini farketmiş çocukları bir düşünün. Siz çocuğunuzun hangi gruptan olmasını tercih ederdiniz? Benim cevabım şu yönde: eğer çocuğunuzu koşulsuz seviyorsanız, sizin için her şeyden önce onun mutluluğu geliyorsa bu tip homofobi karşıtı etkinlikleri desteklemelisiniz. En mutlu çocuk şüphesiz ki kendisiyle her anlamda barışık olan çocuktur.

Ricky Martin, bazılarınızın hatırlayacağı gibi, meşhur olduktan seneler sonra, çok kısa bir zaman önce eşcinsel olduğunu duyurdu kamuoyuna. Oprah ile yaptığı söyleşide aslında en baştan beri kendisinin gay olduğunu bildiğini ancak ilk aşkı olan adam yüzünden çektiği acıdan sonra kadınlara yöneldiğini ama en sonunda kendisiyle barışıp cinsel kimliğine sahip çıkmaya karar vermesine kadar geçen süreci tüm içtenliğiyle açıklıyor.

Ricky Martin 15-16 yaşlarımda aşık olduğum pop ikonu, ispanyolca öğrenmeye başlama sebebimdi. Gay olduğunu bundan 15 sene önce açıklamış olsaydı da benim bu gerçeğim kesinlikle değişmezdi.

Kamuoyuna gay olduğunu duyurduktan sonra çıktığı dünya turunun Avrupa ayağının ilk konseri Türkiye'de yapıldı. Belki izleyenleriniz olmuştur. Ben o tarihlerde Barselona'da olduğum için İstanbul ve Bursa konserlerini kaçırdım. Ancak tahmin ediyorum ki barkovizyon gösterileri ve iki versiyonlu olan şarkıları İngilizce gösterilmiştir. Şanslıydım ki Musica+Alma+Sexo (Müzik, Ruh, Seks) turunun İspanya ayaklarından biri olan Barselona konserini yakalayabildim.


Konserin yapıldığı mekanın kötü koşullarına rağmen bir ara ne yapacağımı şaşırtacak kadar hareketli, kıpır kıpır bir deneyimdi benim için. Bir ara video mu çeksem, dans mı etsem, ricky martin'i mi izlesem dansçılarını mı, karar veremedim... Konserin benim için en unutulmaz anı dansçılardan birinin çocukluk resimleri eşliğinde onun eşcinsel oluşunu farketme sürecini anlatan barkovizyon gösterisinin altında o dansçının dans ettiği sahneydi. Maalesef o sahneyi kaydedemedim ama youtube sağolsun en azından ingilizce versiyonunun kısa versiyonunu bulabildim (barkovizyon yerine dans çekilmiş ama arkafonda anlatılanlar daha önemli zaten).


Barkovizyon gösterisinin başında 8 yaşındayken ağırlık kaldırmaya başladığını, daha sonra bunu sevmediği için bıraktığını anlatıyor bu danscı. Daha sonra dans etmeye başladığını dansa başlamaya karar verdiğinde babasının ona "sadece gay olmamaya dikkat et" dediğini vurguluyor. Barkovizyonun sonunda ise (yukarıdaki video'da da duyacağınız gibi) "baba ben gayim dans benim tutkum, ben kim olduğumu biliyorum, ben bir gayim diyor " bu dansçı.

Ricky Martin, bu konser dizinde gösterilen barkovizyonlarla insanlar üzerinde farkındalık yaratmak istiyor ve bence bunu da başarıyor. Keşke Türkiye'de de sanatçılar bu kadar cesur olsa da konserlerinde böyle mesajlar veren görsel şölenlere yer verseler. Mesela (her ne kadar eşcinsel olduklarına dair resmi bilgi olmasa da) benim adaylarım Tarkan ve Cem Adrian. Onlar ister eşcinsel olsunlar ister heteroseksüel eminim ki onların fanı olan, konserlerini kaçırmayan takipçileri onlara her türlü desteği vereceklerdir.

Eğer etrafınızda homofobik insanlar varsa onlara korkularının neden kaynaklandığını bulmalarında yardımcı olun. Homofobi karşıtı etkinlikleri destekleyin, insanları bilinçlendirin, çocuklara hayatta farklı olasılıkların da olduğunu göstermeye ve kendileriyle barışık büyümeleri için her türlü desteği vermeye hazır olun... Türkiye'deki sosyal ve kültürel yapı değişmese bile belki tek tek de olsa insanlar bu gerçekliğe karşı olan duruşlarında biraz yumuşarlarsa güzel bir gelecek için hala umut var demektir...



*Hala homo kelimesini duyduğunuzda irkiliyorsanız, öncelikle anlamını öğrenmeniz gerekiyor demektir. Buraya tıklayarak bunu yapabilirsiniz.

** Eşcinsellik ve homofobi ile ilgili ilginç bağlantılar



5 Haziran 2011 Pazar

Bir Umuttur Yaşatan...



Son günlerde içimden sürekli tekrarladığım iki cümle var. Kendimi telkin etmede işe yaramasını umduğum: "Bir umuttur yaşatan doktora öğrencisini." "Bir tek dileğim var: Mutlu olayım yeter."
Hayatın hızlı akışında sürüklenirken, saatlerin, günlerin, ayların, yılların korkutucu bir telaşla sizi pas geçmesi sırasında umut ve mutluluk kavramları insana olduklarından daha soyutmuş gibi geliyor. Sanki bir varmış bir yokmuş gibi. Sürekli mutluluk imkansızmış gibi, umutlarına hayallerine sımsıkı sarılmak kendini kandırmakmış gibi...

Ne zamandır umut (Hope) ve pozitif psikoloji hakkında bir kaç satır karalamak istiyorum buraya. Nedense hep bir şeyler beni alı koydu. Oysa ki bu konuda yazarsam, içimdeki ağırlık bir nebze hafifler diye hissediyor(du)m. Kendi kendimi sabote edermişcesine sürekli bir erteleme durumu...

Bu aralar yine hayal kırıklıklarımın arttığı, beklenmedik kararlar alma durumlarıyla karşılaştığım, sistemimin sürekli hata verdiği, nasılsın sorusuna bir iyiyim bir kötüyüm dediğim bir dönemdeyim. Sabahları erkenden uyanıp, uykulu uykulu yola koyulabiliyorsam her gün içimde kalan umut kırıntılarına sımsıkı yapışmamdan dolayıdır. Sanırım ben mutsuzken daha umutlu oluyorum. Çünkü mutluyken umutlarımın çok da farkında değilim.

Mart ayında gittiğim Psikoloji ve Eğitim kongresinin en tartışmalı konuşmalarından birini İsrail Tel-Aviv Üniversitesini temsilen katılan Prof. Malka Margalit yaptı.
Daha çok yeni çıkan kitabının bir tanıtımı gibi olan "Pozitif Psikoloji Perpektifinden Çocuklarda Esneklik (resilience), Yalnızlık (loneliness) ve Umut (hope) başlıklı konuşmasının en çok tartışılan noktası İsrail gibi sürekli çatışmalarla dolu bir ülkede özellikle Filistinli öğrencilere umut aşılamak için ne gibi müdahaleler yapılabileceği hakkında hiç bir somut öneri getirmemesiydi. Ben de konuşmasında inanç konusuna değinmemesini yadırgadım. Umut ve inancın birbirleriyle sıkı bir ilişki içinde olduğunu düşündüğüm için sanki sunumda önemli bir ayrıntı atlanmış gibi geldi.

Pozitif psikoloji konusuna çok temkinli bir noktadan bakabiliyorum ancak. Bir yandan özellikle klinik psikolojinin hep bir eksiklik, hastalık, bozukluk arayan bakış açısını eleştirdiği için hoşuma giderken, diğer bir yandan da acaba fazlaca polyannacı bir eğilim mi diye içimde şüpheler uyandırıyor.
Prof. Margalit konuşmasında pozitif psikolojiyle ilgili olarak mutluluğu yakalamak için "istisnai" insanların "özel" durumlarına değil gündelik yaşamın "büyüsü"ne bakmamız gerektiğini söyledi. Bazen hayatımızı değiştirmek için işaretler ararız, ancak aslında bu işaretler günlük hayatımızın her anında yanımızda olan küçücük şeyler olabilir. Bu yazının asıl konusunun umut olmasından dolayı pozitif psikoloji konusunu şimdilik burada bırakırken konu hakkında biraz daha fikir sahibi bilen, ingilizce anlayan okuyucularımın şu linke bir göz atmasını ve linkteki videoyu izlemesini tavsiye ediyorum.

Pro. Margalit sunumuna şu soruyla başladı: Çocuklara nasıl umut aşılarız ve onların notları bu aşılanan umutla nasıl yükselir?

Sunumun kilit kavramları umut, yalnızlık, tutarlılık duygusu idi. Günümüzün teknolojik imkanları sayesinde insanlar sosyal ve sanal ağlarla birbirlerine daha bağlı görünseler de çocuklar kendilerini yalnız hissettiklerini dile getirebilirler. Özellikle ergenlik döneminde akran grupları hem risk (anti-sosyal davranış) hem de koruyucu (sosyal destek, aidiyet duygusu, kimlik) özellikleri taşıyabilirler. Bu kuram, "hiç kimse tamamen yalnız değildir" varsayımının geçerli olduğunu kabul eder. İki uçlu bir boylamdan bakınca bir uçta yalnızlık diğer uçta bağlılık (connectedness) yer alır. Bu bakış açısından Yalnızlık kavramı şöyle tanımlanır: İzole olma durumu DEĞİLDİR, Hayal Kırıklığı yaşamışlık, Tatmin Olmama durumudur. Varoluşsal Yalnızlık ve Temsili Yalnızlık olarak iki farklı yalnızlıktan bahsedilebilir.

Yalnızlık, diğerlerinin sizin nasıl hissettiğiniz hakkında ne düşündükleri DEĞİL, sizin kendinizi nasıl hissettiğinizle ilgilidir. Yani yalnızlık, bir bireyin kendi duygusu üzerine yaptığı kişisel ve öznel bir değerlendirmenin sonucudur. Temel psikolojik ihtiyaçlardan ilişkili olma ve yakınlık kurma ile ilgili tatminsizlikler yaşar yalnız olan insan.

Fiziksel yalnızlıkla (solitude) duygusal yalnızlık (loneliness) arasında da bir ayırım yapmak gerekir bu noktada. Fiziksel yalnızlık pozitif bir durumdur. Anne babaların yaptığı yanlışlardan biri de çocuklarını fiziksel yalnızlığa alıştırmamalarıdır. Çocuklar televizyon ve bilgisayar karşısında büyüyürlar ve artık kendileriyle yalnız kalıp kendilerini tanımak için vakit bulamıyorlar.

Umut kuramına göre yaşanılan zorluklardan kurtulmak için her zaman bir çıkış yolu vardır. Kötü şeyler çok hızlı gerçekleşir ancak umut çok zor kaybedilir. Umut, hayat hakkında nasıl düşündüğümü etkiler. Yapılan çalışmalarda öz algıların, akademik başarının, duyguların, sağlığın, spor yapmanın ve yaratıcılığın umut ile doğru orantılı bir şekilde arttığı bulunmuş. Sadece stres ile umut arasındaki ilişkinin biraz daha farklı olduğu, stresin umut arttıkça da azaldıkça da artıp azalabildiği gözlemlenmiş. Akademik başarının yükselmesinin ise yalnızlık duygusu azalmasına, tutarlılık duygusu ve umudun artmasına bağlı olduğu söylenmektedir.

Sonuç olarak yalnızlık ve umut aile içinde başlar. Umutlu ve kendisini yalnız hissetmeyen çocuklar, ailelerine yakın ve bağlı olan ancak özgürlük/bağımsızlıklarının, uzaklıklarının, kişisel sınırlarını aileleriyle uzlaşarak özerkliklerini elde edebilen bireylerdir.

Mutluluk başka insanlarla paylaşılan anlardadır diye anlatıyor aşağıdaki videoda... Ancak şu noktayı da unutmamak gerek. Kendi kendisiyle, tek başınalığıyla, fiziksel yalnızlızlığıyla mutlu olamayan bireyler, başka insanlarla paylaştıkları anlarda yakaladığı mutluluğun kölesi olurlar yani bir nevi başkalarına bağımlı insanlar olarak yaşarlar...



15 Mayıs 2011 Pazar

Çocuk Parkında Oynamak Gibisi Yok

Buraları biraz fazla boşladığımın farkındayım. Yazmak istediğim şeyleri kafamda toparlayamadığım için bir türlü pc karşısına geçip aklımdan geçen konuları aktaramadım sizlere.

Verdiğim yaklaşık 2 aylık arada aslında çok şey yaptım. 5 haftada 5 ülkede 7den fazla şehir gezdim. Valladolid'deki Psikoloji ve Eğitim kongresinde sunum yaptım, niteliksel veri analizinde kullanacağım Atlas.ti adlı programla ilgili 10 saatlik bir kurs aldım ve kendimi yine detaylar içersinde kaybettiğimi hissettim. En önemli gelişme ise doktora tez araştırmamı yürüteceğim iki okuldan birisinin belli olmasıydı. Haftada 3 gün oraya gitmeye başladım. 2 aylık bir aradan sonra tekrar rutin bir şekilde çocukların arasında olmak bana iyi geldi. Bir de okula gitmek için otobüs-tren-otobüs kombinasyonlu 1,5 saatlik yolculuk olmasaydı...

Aslına bakarsanız bu yazımda size yukarıda ismi geçen kongrede dinlediğim pozitif psikoloji ve umut ile ilgili sunumdan bahsetmek istiyordum. Ama geçen hafta Barselona'dan uzaklaşayım amaçlı bir gezi için gittiğim Fransa'nın Montpellier şehrinde çok güzel bir çocuk parkı gördüm. Uzun zamandır (hatta belki de hiç) böyle yaratıcı bir park görmemiştim. Fotoğraflarını çekip takipçilerimle paylaşmalıyım dedim.

Bu blog yazım dolayısıyla az kelimeli, çok fotoğraflı olacak...

Günümüzde şehirler çocuklar düşünülerek yapılmıyor maalesef. Büyük şehirlerde yeşil alanların git gide azalıyor olması bir yana, çoğunlukla güvenlik sorunları nedeniyle evlerde genelde teknolojik oyuncakların karşısında kapalı kalıyorlar. Aktif bir şekilde, koşarak, düşerek, zıplayarak, tırmanarak, enerjisini boşaltamayan çocuk, teknolojik oyuncakların sunduğu bol uyarıcılı sanal ortamlarda saldırgan sıfatını kazanmaya kadar giden davranışlar sergilemeye başlayabiliyor. Nispeten şanslı sayılan az sayıdaki çocuk ise güvenlikli sitelerin hijyenik parklarında akranlarıyla tanışma, doğayla kaynaşma fırsatı yakalıyor olsalar da bu çocuklar da hayatın gerçeklerinden/zorluklarından kopuk, sosyal sınıf ayrımını, farkına varmadan iliklerinde yaşıyorlar, bu sınıfsallığı ister istemez içselleştirerek büyüyorlar.

Ortak yaşam alanlarında çocukların meraklarını göze alarak projelendirilmiş oyun parkları hem çocukların sosyalleşmesine büyük katkıda bulunur hem de onların yaratıcılıklarını destekler. Serbest oyun zamanlarında, gerek yaşıtlarıyla, gerekse yetişkinlerle etkileşim içine giren çocuk aktif oyun sürecine girebilmek için bir çok beceriye sahip olmalıdır. Oyun parklarında her ne kadar daha çok motor oyun gözlemlesek de sembolik oyunun ortaya çıkması için gereken özgür alanı da sağlar bu parklar.

Montpellier'deki bu çocuk parkı, şehrin merkezi kabul edilen Comedie meydanının hemen yan tarafında uzanan bir yeşil alan içersine yapılmış, herkesin kullanımına açık, müzik temalı bir park. Orijinal müzik aletleri, sol anahtarı ve notalar parkın etrafına eğlenceli bir görsel şölen halinde yerleştirilmiş.
Park o kadar orijinal aletlerle döşenmiş ki çocuklar deney yapmanın, keşfetmenin keyfini yaşama fırsatı yakalıyorlar. Göz alıcı renkler, biran önce parkın içine girik insanı oyunun içine girmeye teşvik edercesine sizi çağırıyor.

3-6 yaş grubundan bir çocuk olduğunuzu düşünün. Sınıf arkadaşlarınız ve öğretmeninizle birlikte müzik dersi için bu parka geldiğinizi düşünün. Müziği, sınıf arkadaşlarınızı ve hatta sizi oraya götürdüğü için öğretmeninizi daha çok sevmez miydiniz? Özellikle okul öncesi dönemde verilen eğitim ve öğretimin okulun duvarlarıyla sınırlı kalmaması gerektiğini düşünüyorum. Dış dünyanın sunduğu her nimetten yararlanılarak, çocuğun günlük yaşamıyla bağlantılı bir içerik, yaratıcı ve eğlenceli stratejiler kullanılarak çocuklara sunulduğunda çocuklar eğlenerek öğrenmenin doruklarını yaşayabilirler.

Yaz aylarının ve güzel havaların yaklaşmasıyla evlerine ve sınıflarına kapalı kalmış çocuklarının parkları, yeni çocukları, çevreyi ve doğayı keşfetme zamanı da geldi. Çevremde bu kadar güzel bir park yok diyip bahane uydurmayın. Gerekirse, çok istenirse bir kaç aile birleşip kendi çocuk parkınızı bile yaratabilirsiniz, neden olmasın?

Yeni nesil şehir bölge planlamacılarının, mimarların, belediyelerin, şehirselleşmede rolü olan herkesin çocukları düşünerek, onlar için, onların da fikirlerini alarak güzel parklar yaratmaları dileğiyle...

Son Not: Biraz önce çocuk şehiri temalı bir projenin internet sayfasını buldum. Çok inceleyemedim ama ilgi çekici ve üzerinde vakit harcamaya değer gibi görünüyor. The City of Children projesinin sayfasına buradan ulaşabilirsiniz.



4 Mart 2011 Cuma

Bir Doktora Öğrencisinin İtirafları-4

(Bu yazıyı okumadan önce, 3. yazıyı okumak için tıklayın.)

Ne zaman 2011 geldi, ne zaman ilk iki ayı geçti fark etmedim bile. Her hafta sonu “artık yeni bir yazı yazmalıyım” diye bilgisayarın başına geçtim, bir de baktım ki saçma sapan şeylerle vakit uçmuş geçmiş. Bir yandan yazacak çok şey varken öte yandan belki de yazılabilecekler sizleri pek de ilgilendirmiyor. Bu yazının biraz ibretlik bir yazı olmasını amaçlıyorum. Amacım kendimi acındırmak, “vah vah yazık kıza, neler gelmiş başına” demeniz hiç değil. Bu yazıyı okuduktan sonra çıkarmanızı hedeflediğim iki sonuç var: 1) Bir yandan doktora devam ederken, öte yandan hayat da devam ediyor ve hangisi daha zor diye karar vermeniz gerektiği an bilin ki hayat her zaman başı çekiyor. 2) En zor günlerinizde, tam dibe vurmuşken önünüzdeki hedeflere tutunun, hayatın ufak sürprizlerinde mutluluğu yakalayın.

Yazımın sonunda umarım fark edeceksiniz ki doktora yapmak demek araştırmacı olarak yetişmek demek değil sadece. Doktora yapmak demek araştırma tekniklerini yalayıp yutmak, teorik bilgilere hakim olmak, hızlı ve yararlı bir şekilde okuma yapma becerileri kazanmak, makale veri tabanlarını didik didik etmeyi öğrenmek, ulaşamadığınız makaleleri isteyebileceğiniz insanları belirleyebilmek, veri toplama aşamasında ikna etme becerilerine sahip olmak, her türlü teknolojiyi etkili bir biçimde kullanabilmek, gerektiğinde kamera ile çekim yapmak, kaydettiğiniz videoların formatlarını değiştirebilmek, montajını yapmak, belki de senelerinizi verdiğiniz araştırmanız birileri tarafından bilinsin tanınsın diye onu kağıda dökmek, kağıda dökerken belki de bir edebiyatçı özeniyle akademik dil kullanım sanatını ifşa edebilme becerilerini kazanmak, sinirlerinize hakim olmak, psikolojik dengenizi korumaya yönelik stratejiler geliştirmek… Dahasını gelin yazımı okuduktan sonra varın siz düşünün…

31 Aralık 2010-1 Ocak 2011 gecesi o kadar çok eğlendim ki birkaç günlüğüne de olsa 2011 hep öyle neşeli geçecek sandım. 9 Ocak’ta Barselona’ya döndüm ve evime girdiğim andan itibaren kara bulutlar sardı dört bir yanımı. 1 ay boyunca harıl harıl yeni ev baktım, kaldığım evde evi paylaştığım insan demeye dilimin varmadığı karaktersiz kişiler ortamda o kadar gerginlik yaratıyordu ki bir ay boyunca yaşadığım evde ne yemek yiyebildim ne duş alabildim. Bu kadar sıkıntının arasında bir de 15 Ocak’a kadar bir makale teslim etmem gerekiyordu bir kongreden kabul alan sunumum için. Yaşadığım evde huzurumun kaçmış olması, ev bulamıyor olmanın verdiği stresle birleşince makale yazmaktan vazgeçtim. Gözümü kararttım ve risk aldım. Uzatma verirlerse bir şekilde yazarım dedim. Haber beklemeye başladım…

Bir hafta sonra gelen haberde makale yollama tarihinin 31 Ocak olduğunu öğrendim, yani tam benim evden taşınmış olmam gereken tarih…

Bu sefer umutsuzluğa kapılmadım, ikinci şansı tepmek akademik kariyer hedefleyen bir insanın yapmaması gereken bir şey olurdu. Yavaş yavaş yazmaya başladım. Tam da o günlerde, geçen yaz girmek için başvurduğum ama boş kontenjan bulamadığım için reddedildiğim Niteliksel Araştırma Makalesi Yazma Seminerine kabul edildiğimi öğrendim. Hayat bu işte, bir yerden sizi zorlarken öbür taraftan bir sürpriz karşınıza çıkarıp umutlarınızın yeniden yeşermesini sağlayabiliyormuş. 4 gün boyunca sabahtan akşama kadar üniversitede bu seminere gittim, çıkışlarında kütüphaneye gidip birkaç satırda olsa yazmalıyım diyerek çalışma moduna girdim, sabah 8de çıktığım evime akşam 10da döndüm. Hayatı araştırma verileri olarak görmeye başladığımı fark ettim. Niteliksel araştırma yapmanın sırrının detaylarda saklı olduğunu anladım ve bu kadar detay arasında nefes alamadığımı hissettim. Kursun sonunda fark ettim ki niteliksel araştırma aslında hayatın ta kendisi, sadece herkes biraz daha iyi anlayabilsin diye daha organize edilmiş bir halde sunuluyor önümüze hayatın bir yüzü… Ve işte tam da bu yüzden niteliksel araştırma yapan bir araştırmacı olmak istediğimi kavradım.

Kurs bitti, taşınma sürecim başladı. Tam oh be artık huzura ereceğim, yeni evimde yeni bir hayata başlayacağım, kâbuslar bitiyor derken taşınmak için eşyalarımı toparlarken acı bir gerçekle yüzleştim: evi paylaştığım kişiler video kameramı, fotoğraf makinamı, netbookumu çalmışlar. Önce bünyem inanmak istemedi. Daha sonra acı gerçeği kabullenip polisin yolunu tuttum. 29 senelik hayatımda ilk defa Barselona’da polise yolum düştü. Çaldıklarına %100 emin olduğum halde ispatlayamamak, bir de yabancı bir ülkede yabancı bir dille hakkımı aramaya çalışmak… Kendimi o kadar güçsüz hissettim ki… Giden şeylerin maddi kaybına mı yanayım, içlerinde bulunan ve yedekleri olmayan araştırma verilerimin, emeklerimin, zamanımın, enerjimin gittiğine mi karar veremedim. Sonra kendime kızdım, neden çekimleri yaptıktan sonra hemen yedeklemedim yine hayıflandım. Polis biran önce o evden çıkmam gerektiğini söyleyince 3 günde taşınmayı planlarken bir günde apar topar eşyaları yeni eve attık. (Bu süreçte yanımda olan insanlara da blogum aracılığıyla tekrar teşekkür etmek istiyorum: Çağlar Birinci, Alice Piscitelli ve Neba Piscitelli… Sizlerin hakkını ödeyemem). Yeni evime ancak Şubatın ilk haftası girebileceğim için arada yaklaşık 1 hafta bana kucak açan kötü gün dostlarımın yanında kaldım. Bu karmaşalar olurken makale teslimime sadece 4 gün kalmıştı ve ben sadece metodoloji ve bulgular kısmını yazmıştım. Literatür taramasını yazmaya başlarken fark ettim ki giden netbookumun içinde literatür özetim de varmış… Son 1 gün kala giriş ve literatür kısmını yazmak demek mucize yaratmak demek değil aslında. İşin sırrını bilmek gerekiyor. Önceden yazılmış ödevlerden konuyla ilgili cümleleri bulup kırpıp biçerek yeni bir bütünlük yaratmak en kısa çözümlerden biri oldu o an için… Tabii ki kusursuz bir ürün olmadı, bilimsel bir dergiye göndermeye yüzüm olmazdı ama kongre sunumu olduğu için mükemelliyetçilikten bu seferlik vazgeçtim. Başıma gelen bunca şeye, yaşadığım psikolojik çöküntüye, kaybettiğim bilgilere rağmen 31 Ocak’ı 1 Şubat’a bağlayan gece 3 saat gecikmeyle makalemi gönderdiğim andaki rahatlama ve başarma duygusunu size kelimelerle ifade edemem.

Şubat ayı geldi, yeni evime yerleştim ve huzuru buldum. Peki ders çalışmaya dönebildim mi? Henüz hayır. En azından tüm aksiliklere rağmen Kasım sonu başladığım ve Aralık sonu bitmiş olması gereken pilot projemin veri toplama aşaması Şubat sonu bitti. Pilot projemi yaptığım okula kabul edilme sürecinde yaşanan e-mail trafiğinin aldığı zamanı size anlatsam inanamazsınız. İspanyolların nasıl koordine olamadıklarının örneğini yaşadım. “Şu gün toplantıya gelelim, o gün olmaz, peki ne zaman gelelim, siz ne zaman gelmek istiyorsunuz”lardan oluşan tek satırlık e-mailler sonrasında toplantı tarihi almamız 1 ay sürdü. Şimdi buna benzer bir e-mail trafiği de esas araştırmama konu olacak 2 okul ile yaşanıyor. Normalde Mart ortası gibi girmem gerekirken nisan sonu girersem mucize olacak gibi görünüyor. Bu durumda da temmuzda araştırma verileri toplama işi biter ben de İstanbul’a dönerim planları yine flulaşıyor.

Pilot proje maceralarımı aslında uzun uzadıya paylaşmak isterdim, ama şimdilik bu pek mümkün görünmüyor. Şu kadarını söyleyebilirim ki eğitim alanında çalışan bir araştırmacı olarak alana veri toplamak için girmek öğretmenler tarafından bir tehdit olarak algılanabiliyor ve sağlıklı bir veri toplama süreci için öğretmenlerin güvenini kazanmak gerekiyor. Öğretmenlerden sonra sıra çocukları kazanmaya geim, ama şimdilik bu pek mümkün görünmüyor. Şu kadarını söyleyebilirim ki eğitim alanında çalışan bir araştırmacı liyor ki bence bu işin en zevkli kısmı. Haftada 1-2 kere gittiğim okulda öğretmenler ismimi doğru söyleyemezken bahçeye girmemle beraber çocukların ismimi bağırarak etrafımda toplaşmalarını görmek beni çok mutlu etti. Araştırmacı kimliğiyle bulunduğum ortamda onlardan sık sık enerji depoladım. Çocuklar neden Barselona’da olduğumu bana hatırlattı. Tüm umudumu yitirdiğim anda hayallerimi yaşatmamda bana yardımcı oldular. Mutsuz olduğum anlarda içimi ısıttılar…

Ocak ve şubat işte böyle geçti… Mart ayını ders çalışma ayı ilan ettim. Ve itiraf ediyorum: Bugün 4 Mart 2011 ve ben en son ne zaman ders çalıştığımı hatırlamıyorum. Artık hayatımı doktora öğrencisi standartlarına sokmam gerekiyor. Pilot projemin verileri analiz edilmek için beni bekliyorlar, ben de analize başlamak için Atlas.ti öğrenmeyi. Mart sonunda İspanya’nın Valladolid şehrinde VI Congreso Internacional de Psicología y Educación /III Congreso Nacional de Psicología y Educación psikoloji ve eğitim kongresine bir sunumla katılacağım. Temmuz başında İstanbul’da yapılacak olan 12. Avrupa Psikoloji Kongresi’nde sözlü sunum yapmak için kabul almanın sevincini ve gururunu yaşıyorum. Bu kongrede araştırma grubumun 2 sene süren araştırmasını sunacak olmanın da getirdiği sorumluluğa yakışır bir sonuca ulaşmak istiyorum. Çalışmam lazım, çok çalışmam lazım...

Her gün aklıma yeni bir araştırma fikri geliyor. Bu fikirlere hayat vermek için düzenli bir hayata, zamanı verimli bir şekilde yönetmeye ama en çok da kendime ihtiyacım var...

Unutmayın, doktora yapmak bir süreç, hem de öyle bir süreç ki inişleri çıkışlarından daha fazla. Bir yandan hayat sizin önünüze çıkıp yolunuzu tıkay

abilirken öteki taraftan küçük başarılarla mutlu olmaya, araştırma verilerinizden enerji almaya çalışmanızı öneririm. Bir önceki yazımda aşk aşk dedim, bu yazımı da araştırma yapmak aş

kların en güzeli, makalelerle duygusal bağ kurmak ise aldatmayan tek ilişki diyerek bu yazımı sonlandırıyorum...


26 Aralık 2010 Pazar

Ey Aşk Nerdesin?

2010 yılının son haftasına girerken, 2010’da geçirdiğim 51 haftaya baktığımda gözlerimin buğulandığını hissediyorum. İyisiyle, kötüsüyle geride kalan bu 51 haftanın bende yarattığı ilk etki “zaman ne kadar çabuk geçmiş” oluyor. 2010 yılı bende çok sıra dışı değişikliklere yol açmadı. 2010 yılının ilk haftalarında sevdiğim insanlara ve aşık olduğum şehre veda ederken yaşadığım hüzün sanırım 2011 yılının ilk haftasında da kendini gösterecek. Bu sefer bir farkla… Geçen sene İstanbul’a mı dönsem, Barselona’da mı kalsam çelişkisi yaşarken ve çevremdeki herkesi bu kararsızlığıma ortak ederken artık kararlıyım: İstanbul’a döneceğim. Şimdi tek sorun ne zaman döneceğim. Umarım 2011 araştırma projem için hayırlı bir yıl olur, her şey tıkır tıkır işler de ben de Ekim ayında artık İstanbul’umda, bana ait olan bir hayatta, gerçek hayatımda yaşamaya devam ederim.Tümünü Yasla

İstanbul demek, aşk demek benim için. Sokaklara, kalabalığa, çelişkilere, farklılıklara, tanımadığım insanlarla “ne olacak bu memleketin hali” muhabbetlerine, kaosa, çocukluğuma, hayatımdaki insanlara, aileme, Asmalımescit’e, kitapçılara, tek başına bir şey yapmanın lüks olmasına, dedikoduya, anadilime, kitapçılarda saatler geçirmeye, karikatürist ve mizah yazarlarının kelime oyunlarına duyduğum bir aşk. İstanbul demek geçmiş ve gelecek demek. Maalesef bugünümdeki Barselona geçmişim ve geleceğimin İstanbul’u arasında çok sönük kalıyor. İşte bu sönüklüğü biraz olsa çekilebilir kılmak, aradığım aşkı dış dünya yerinde içimde bulmak için, 2010 yılında okumak için seçtiğim kitapların 4 ana temada toplandıklarını söyleyebilirim: Sufizm, Aşk, İstanbul ve Elif Şafak. Sufizm ile ilgili yazımı henüz okumadıysanız, şuradan ona ulaşabilirsiniz. İstanbul ve Elif Şafak’ın kitapları belki gelecekte başka yazılarıma konu olurlar. Bu seferki yazım Aşk üzerine

Aşk… 3 harfin birleşiminden meydana gelmiş bu kelimenin kavramlaştırılması herkesin yaşantısına göre farklılaşır. Dünya üzerinde kaç milyar insan yaşıyorsa o kadar milyar tanım yapılır bu kelime için. Bazıları der ki, ben aşkı tanımlayamam, anlatamam, sadece yaşarım ve hissederim. Bazıları da aşkı dış dünyada yaşayamaz, ancak kelimeler arasında yaşarlar ve yaşatırlar. Çok satan kitapların, çok izlenen filmlerin, çok dinlenen şarkıların, en sansasyonel ünlülerin, en çok para kazanan terapistlerin, bunların hepsinin en temelinde aşkın olması rastlantısal değildir. Aşk aslında her insanın hayatında vardır ancak bazen öyle saklanır ki bir yerlere, inancımızı kaybetmeye başlarız, umudumuzu keseriz, hayat artık çok yavan bir tat vermeye başlar. Benim de böyle anlarım olur, bazen katlanabileceğimden daha sık… İşte o anlarda kelimeler arasında aşkı aramaya başlarım.

Birkaç sene evvel Otto Kernberg’in ki kendisi günümüzün ünlü psikoanalistlerindendir, Aşk İlişkileri adlı kitabını okumaya başlayıp ağır psikodinamik kuram terimleri ve dili yüzünden elimden bırakmıştım bu kitabı. Yaklaşık iki sene önce de Uzman Psikolog Tarık Solmuş’un Bağlanma ve Aşkın İki Yüzü adlı kitabı okuyup hakkında bir yazı yazmıştım ve bunu facebook üzerinden arkadaşlarımla paylaşmıştım. Bu sene, konuyla ilgili okuyup çok beğendiğim ve bu yazıyı yazmam için beni tetikleyen kitap ise Erich Fromm’un “Sevme Sanatı” adlı kitap. Kitabın İngilizce versiyonunu okuduğum için burada yapacağım alıntılar İngilizce olacak. Ancak kitabın Türkçesi’ni kitapçılarda bulmak çok kolay. Bu kitap hakkında yazacaklarım hoşunuza giderse zaman kaybetmeden kitabı edinmenizi tavsiye ederim.

Erich Fromm üniversite 3. sınıfta aldığım kişilik kuramları dersinden aklımda kalan psikoanalitik kuramcılardan biriydi. Sevme Sanatı adlı kitabını rafta gördüğümde kapağında yazan “International Bestseller”, “Classics of Personal Development” kitabın satışını arttırmaya yönelik sloganlar biraz şaşırttı beni. Ciddi bir kuramcı nasıl bir “bestseller” yazmış acaba diye merak edip kitabı aldım hemen. Kitabın önsözünün ilk cümlesinde zaten tipik bir kişisel gelişim kitabı zannedip bu kitabı alanların hayal kırıklığına uğrayacağını şuradan anlayabiliyoruz: “The reading of this book would be a disappointing experience for anyone who expects easy instruction in the art of loving.”

Kitap “Aşk bir sanat mıdır?” sorusuna cevap arayarak başlıyor. Bu bölümde insanların aşk probleminin “sevmek” yerine “sevilmek” temelinden kaynaklandığını düşündüklerini, bu yüzden de insanların kendilerini “birini”, “herkesi” ve “her şeyi” sevmeye kurmak yerine, “biri tarafından” veya “herkes” tarafından beğenilmek için davranış sergilediğini vurguluyor. Bir sanatı öğrenirken bunun teorik ve pratik yanlarında uzmanlaşma gerektiği ve sevme sanatının da bilgi ve çaba sarf edilmeden öğrenilemeyeceği öne sürülüyor.

İkinci bölüm, “Aşk’ın Kuramı”nda aşk-veya- sevgi, ayrılık kaygısına ve yeniden birleşme arayışı temelinde açıklanıyor. Bu bölümde simbiyotik ilişkinin türleri olan mazoşist ve sadist insanların özellikleri de ilgi çekici bir şekilde ele aldıktan sonra “Olgun Aşk” elde edilmesi istendik olan “ideal aşk” olarak ortaya koyulurken şöyle bir tanım yapılıyor: “mature love is union under the condition of preserving one’s integrity, one’s individuality.” “ The active character of love can be described by stating that love is primarily giving, not receiving” alıntısından da aşkın aslında pasif değil, aktif bir duygu olduğunu anlayabiliyoruz. Yani vermesini bilmeyen, sadece alma odaklı bir ilişki yaşayan bir insanın “Aşk” ve/veya “Sevgi” ilişkisi yaşadığından söz edemeyiz. Tam bu noktada, diğer beğendiğim bir söz de “Çok şeye sahip olan değil, çokça verici olan kişi zengindir”. Bizim kültürümüzdeki, “benim gönlüm zengin” sözünü kullanan kişilerin aslında gerçekten zengin olmaları gibi düşünebiliriz bunu. Bir insanı sevmek için ona saygı duymanın gerekli olduğu, saygı duymak için de onun hakkında bilgi sahibi olmanın ön koşul olduğu öne sürüyor Erich Fromm. Bilginin rehberlik etmediği sorumluluk ve ilgi/alaka’nın (Eng. care) kör olduğunu söylüyor. Şu alıntıdan da saygının bir ilişki için ne kadar önemli olduğunu görebiliyoruz: “I want the loved person to grow and unfold for his own sakes, and in his own ways, and not fort he purpose of serving me. If I love the other person, I feel one with him or her, but with him as he is, not as I need him to be as an object for my use.” Bu alıntıdan sonra aklıma şu söz geliyor: “Seni seviyorum çünkü sana ihtiyacım yok. Seni seviyorum çünkü bana ihtiyacın yok.”

Aşık olmak, sevmek için bir insan hakkında bilgi sahibi olmak gerek demiştik. Sadece karşımızdaki kişiyi tanımak sağlıklı bir ilişki için yeterli olmuyor. İnsanın kendisini de objektif olarak tanıması gerekiyor (ki psikoanalitik kuramcılara göre aslında bu çok çaba gerektiren bir şey. Erich Fromm kitabının çeşitli bölümlerinde aşk ilişkisinin Klasik Freud kuramında nasıl ele alındığı ile ilgili atıflarda bulunurken kendi kuramsallaştırmasıyla da dikkat çekici, üzerinde düşünülmesi gereken karşılaştırmalar yapıyor.): “I have to know the person and myself objectively, in order to be able to see his reality, or rather, to overcome the illusions, the irrationally distorted picture I have of him.”

Aşkın Fromm’a göre kuramsal formülleştirilmesi kaba taslak: Aşk = İlgi+Sorumluluk+Saygı+Bilgi (ve bunlarım bütün hepsi birbirleriyle bağlantılı).

İkinci bölümün ikinci alt başlığında, “Ebevenynler ve Çocuk Arasındaki Sevgi” ele alınıyor. Anne ve babaların çocuklarının hayatlarında nasıl figürleri temsil ettiklerinden bahsediliyor ve çocukken anne ve baba ile kurulan ilişki örüntüsünün yetişkinlikteki aşk ilişkisine nasıl etki edebileceği açıklanıyor. Bu bölümü okumadan önce de fazlaca “anneci” olan erkeklerden uzak durma refleksi geliştirmiştim ancak bu bölümü okuduktan sonra gerekli kuramsal bilgiyle bu refleksimde ne kadar haklı olduğumu en azından kendime açıklayabiliyorum: “One cause for neurotic development can lie in the fact that a boy has a loving, but overindulgent or domineering mother, and a weak and uninterested father. In this case he may remain fixed at an early mother attachment, and develop into a person who is dependent on mother, feels helpless, has the striving characteristic of the receptive person, that is, to receive, to be protected, to be taken care of, and who has a lack of fatherly qualities- discipline, independence, and an ability to master life by himself.” Bu alıntıyı hazmettikten sonra birkaç satır yukarıya dönersek, göreceğiz ki, aşk, almak değil vermektir…Çocukluktan olgunluğa aşkın takip ettiği süreç ise şu satırlardan anlaşılabilir: “ Infantile love follows the principle: ‘I love because I am loved.’ Mature love follows the principle: ‘I am loved because I love.’ Immature love says: ‘I love you because I need you.’ Mature love says: ‘I need you because I love you.’

Erich Fromm 3. Bölümü aşkın birbirleriyle bağlantılandırılmış ekonomik, sosyolojik ve psikolojik analizinin bir özeti gibi. “Love and Its Disintegration in Contemporary Western Society” başlığı altında kapitalist düzenin insanları ne kadar yalnızlaştırdığından ve üretken olabilmek için diğer insanlarla girilen rekabetin sevgiyi nasıl etkilediğinden bahsediyor. Ayrıca günümüzde yaşanılan nörotik aşkların kaynaklarından ve bu tip aşkların örüntülerini de bu kısımda ele alıyor. Bir önceki bölümde bahsedilen “Anneci Erkekler”in yetişkinlikle kadınlarla nasıl ilişki kurdukları şöyle açıklanıyor: “ … These men still feel like children; they waht mother’s protection, love, warmth, care and admiration; they want mother’s unconditional love, a love which is given for no other reason than that they need it, that they are mother’s child, that they are helpless. Such men frequently are quite affectionate and charming if they try to induce a women to love them, and even after they have succeeded in this. But their relationship to the woman (as, in fact, to all other people) remains superficial and irresponsible.. Their aim is to be loved, not to love.”

Sevmek bir sanatsa hem kuramsal hem pratik alt yapı gerektirir demiştik başlarken. Erich Fromm kitabı bitirirken son bölümde “The Practice of Love” da “sevme”nin hayat kazanabilmesi için neler gerektiğini özetlemiş: Konsantrasyon, narsistik bakış açısından sıyrılabilme ve inanç benim açımdan “birini”, “bir şeyi”, “insanın kendisini” sevebilmesi için gerekli en önemli üç şey. Özellikle de inanmak ve inanç: “Only the person who has faith in himself is able to be faithful to others.” “To have faith requires courage, the ability to take a riskü the readiness even to accept pain and disappointment.”

While one is consciously afraid of not being loved, the real, though usually unconscious fear is that of loving. To love means to commit oneself without guarantee, to give oneself completely in the hope that our love will produce love in the loved person. Love is an act of faith and whoever is of little faith is also of little love”…

2010 yılına girerken yılbaşı partisinde bana “Kariyer” ve “Başarı” kurabiyesi hediye eden arkadaşım, dün gece doğum günü gecemde “Her şey Aşk’tan” kolyesi hediye etti… Bu bir işaret olmalı…

Ey aşk Nerdesin? Diye başladım bu yazıya, Ey aşk çok yakınımdasın, seni bulmam an meselesi diyerek bitiriyorum…

Herkese Sevgi ve Aşk Dolu bir 2011 geçirmelerini dilerim…

19 Aralık 2010 Pazar

Aşağı Satıcılar İlköğretim Okulu'na Yılbaşı Hediyesi Yağmuru

Bu yardım çağrısının dikkate alınması dileğiyle...

Herkesin ekonomik krizden şikayet ettiği günümüzde, birilerine yardım etmek pek aklımızdan geçmez. Bazen de yardım etmek isteriz ama kimin neye ihtiyaç duyduğunu bilmediğimiz için harekete geçemeyiz. İşte tam da bu noktada olanlar için büyük bir fırsat...

Yüksek Lisanstan bir sınıf arkadaşım idealistlik örneği gösterip Ağrı'nın bir köyüne ilkokul öğretmenliği yapmaya gitti. Eğitime gönülden destek veren insanlar olarak yokluk içinde çocuklara hizmet veren bu okulun ve öğrencilerinin ihtiyaçlarını karşılamak için sağ duyulu herkesi bu etkinliğe davet ediyorum.

Sizlerden beklentimiz aşağıdaki ihtiyaç listesine bir göz atıp, az-çok demeden, bu listeden bir şeyler seçip kargo veya posta yoluyla okula ulaştırmanız.
Listeden tekrarlar olmaması içinde bu etkinliğin duvarına ne göndermek istediğini yazmanızı rica ediyoruz. Kimliğinizin açıklanmasını istemiyorsanız da benimle veya okulun müdür yetkili öğretmeni olan arkadaşım Gökçe Özyılmaz ile iletişime geçebilirsiniz.

Lütfen bu etkinliği duyarlı tanıdıklarınızla paylaşın...

http://www.facebook.com/#!/event.php?eid=149322525118452

Yeni yıla girerken çocukları sevindirme fırsatını kaçırmamanız dileğiyle...


Sayın Yetkili,

Okulumuzun ihtiyaç listesi aşağıda yer almaktadır.

Aşağıda sayılan ihtiyaçların yanı sıra, okulumuzun durumu ciddi onarım çalışmaları gerektirmektedir. Sınıf kapıları kapanmamaktadır. Sınıf pencereleri ise yarı yarıya kırıktır. Bu durum soğuğun içeri girmesine yol açmaktadır. Zemindeki tahtalar oldukça eski olup, altlarında fareler yaşamaktadır. Okulumuzun etrafında istimdat duvarı ve dikenli tel de yoktur. Başıboş hayvanlar okul bahçesine girmektedir.
İlginiz ve duyarlılığınız için şimdiden teşekkür eder, iyi çalışmalar dilerim.

Saygılar

Müdür Yetkili Öğretmen

Uzm. Gökçe Özyılmaz
gokceozyilmaz@gmail.com



AŞAĞI SATICILAR İLKÖĞRETİM OKULU İHTİYAÇ LİSTESİ

Ecza dolabı (İlk yardım malzemeleri ile) 3
Sınıf panosu 20
Yazı tahtası 3
Fotokopi makinesi kartuşu 3
Ayaklı ısıtıcı (UFO) 2
İç cephe boyası (2 renk) 3 sınıf ve koridor boyanacaktır
Bilgisayar ve bilgisayar masası (Hoparlörlü) 5
Kırtasiye malzemeleri
(Okul çantası, kareli-çizgili defterler, kalem, kalemtıraş, cetvel, silgi, A4 ve A3 kağıdı, resim defteri, müzik defteri, dosya, tebeşir (beyaz ve renkli), boya kalemleri, pastel boya, sulu boya, makas, karton, el işi kağıdı, oyun hamuru vb.) Okulumuzda 67 öğrenci bulunmaktadır.

Projeksiyon ve asma aparatı 3
Giyim malzemeleri (Mont, ayakkabı, bot, eldiven, atkı, bere vb.)

Okulumuzda 67 öğrenci bulunmaktadır.

Askı (Montları asmak için) ≈25 askılı, 3 adet

Tatil kitapları (1-5. sınıf düzeyinde) Okulumuzda 67 öğrenci bulunmaktadır.

Okuma kitabı (1-5. sınıf düzeyinde)

Adetin fazla olması öğrencilerin erişeceği kitap sayısını da arttıracaktır.

Temizlik araç-gereçleri ve malzemeleri (Paspas, bez, çamaşır suyu vb.) Eğitim öğretim süresince kullanmaya yetecek miktarda

Soba 3

Kitaplık (Okuma kitapları ve sınıf kitaplarını koymak için) 3

Diş fırçası ve diş macunu

Okulumuzda 67 öğrenci bulunmaktadır. 18

Eğitim materyalleri

* Maket insan vücudu 1
* Dünya küresi 1
* Sayma fasulyesi ve çubuğu 25
* Birim küp 50
* Deney malzemeleri (beherglas, ispirto ocağı, mikroskop vb.) 1
* Türkiye haritası (fiziki ve siyasi) 3
* Dünya haritası 1


Nalburiye malzemeleri 1
(Matkap, çivi vb.)


Sınıf temizlik malzemeleri (Peçete, Kolonya, Islak mendil vb.)
Eğitim öğretim süresince kullanmaya yetecek miktarda

Ampul (Beyaz) 10

Flüt 67

Beden Eğitimi ders için

*Voleybol filesi 1
* Voleybol topu 5
* Futbol kalesi filesi 2
* Futbol topu 5
* Lastik top 5