12 Ağustos 2010 Perşembe

İnek+Çikolata+Alp Dağları Eşit Değildir İsviçre

Madem herkes yaz tatilinde ben de bloğumun konseptinin biraz dışına çıkarak geçen hafta 5 gün geçirdiğim Cenevre-Lozan-Montrö yani İsviçre’nin Fransız bölgesinde dikkatimi çekip akıl defterime kaydettiğim şeyleri yazmaya karar verdim bu yazımda.

Beni tanıyanlar bilirler, seyahat etmeyi severim. Gezerken bol bol fotoğraf çekerim. Mümkün olduğunca hostel veya otellere para vermek yerine yerel insanların evinde kalmaya çalışırım ve keşfetmeye çıktığım yerlerin genelde turistik olmayan yüzlerini ararım. Gezerken biraz tembel turist kıvamındayımdır bir yandan. Sabahın köründe uyanmaları sevmem, güzel bir park gördüm mü orada mola vermeden edemem. Molalarımda genelde kulağımda müzik, elimde akıl defterim, etrafıma bakar kısa notlar alırım. Aldığım bu notları genelde kimseyle paylaşmam. Gezi yazıları yazmam. Şuraya gittim, bunu gördüm, bunu yedim, şu şu kadar liraydı gibi yazıları okuduğumda hep turistik bir tat alırım hoşuma gitmez. O yüzden bu yazımdan böyle bir tat almayı düşünüyorsanız hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz.

O kadar yer gezdim ama hiçbir yazı paylaşmadım (bir tek Portekiz hariçtir ki Lizbon’daki yaşamım boyunca bir blog yazmıştım ileride orada yaşayacak öğrencilere yol göstersin diye). Peki neden İsviçre ile ilgili yazıyorsun diye aklınıza bir soru düşebilir. Bu sorunuzun cevabı olarak İsviçre’nin çok kültürlülüğü ile enteresan dinamikleri içinde barındırması ve Avrupa’nın en nötr görünen ülkesi olarak dikkatimi çekmesi diyebilirim.

Yazının bundan sonrası kısa notlar halinde… Herhangi bir kronolojik sıra veya mantık sırası yok o yüzden kopukluk olabilir. İdare edin…

-İsviçre Fransızı olan arkadaşıma çok dillilik meselesini ve Almanca bilip bilmediğini sordum (bilmeyenler için İsviçre’de 4 tane resmi dil var ve %40 küsürlerde bir oranlar çoğunluk Almanca konuşuyor). “Burası Fransız, Almancayı okulda öğrendiğim kadar biliyorum ama konuşmuyorum. İngilizcem, Almancamdan daha iyi. İsviçreli Alman ve Fransızlar İsviçre dışında canciğer iken İsviçre sınırları içinde hep bir çekememezlik vardır aramızda” dedi. Fransa’ya göre İsviçreli Fransızların İngilizceleri gayet iyi. Sorunsuz iletişim kurulabiliyor.

- İsviçre’de bana Türkiye’yi hatırlatan ilk-belki de tek- şey Migros’du. Migros’un süpermarketten öte bir banka bile olabildiğini gördüm Cenevre’de. Migros demişken orada geçen bir anımı da bu arada sizinle paylaşayım. Alışveriş yaptıktan sonra kasada ödeme sıram gelmişti. Kasiyer tutarı söyledikten sonra ben ısrarla plastik poşet istedim. Kız Fransızca bir şeyler söylüyor ancak tek kelime anlamıyorum. Ben ise ısrarla, bak parası neyse vericem, plastik poşetleri görüyorum ki önümdeki adama da verdin. Bana neden vermiyorsun diye sorarken arkamdaki amca kırık İngilizcesiyle “yasak, yasak” dedi. Ben de pes edip 2 kağıt torbaya 0.60 CHF bayıldım. Ama merakımı gideremediğim için yine İsviçreli Fransız arkadaşıma sordum. “Migros plastik poşeti sadece balık vb, ya da dondurulmuş şeyler alanlara veriyor. Onun dışında plastik poşet vermeme politikası var. Bir dahaki sefere Coop’tan alışveriş edersen ordan istediğin kadar poşet alabilirsin” dedi. Ben de onu dinledim, Coop’tan yaptım sonraki alışverişlerimi…

- Süpermarket demişken, İsviçre’de hayat cidden çok pahalı. Mümkünse cebinizde paranız olmadan, öğrenci bütçesiyle gezmeye çıkmayın. Cenevre’de adım başı bir lüks araba karşınıza çıkıyor. Ben gördüğüm marka/model arabaların listesini tutamadım, o derece. Ama en beğendiğimin fotosunu çektim.
- Lüks araba demişken. Bu gözlemimi de İsviçreli Fransız olan arkadaşıma aktardığımda şöyle bir yanıt verdi: “İsviçre’de herkesin çok parası yok. Ama genel olarak durum iyi. O gördüğün lüks arabaların çoğu turistlerin. Cenevre plakası da olsa genelde sadece yazlarını göl kenarında geçiren zenginlerin arabalarını görmüşsündür sen.”

-Bana ev sahipliği yapan Türk arkadaşım ve onun Rus sevgilisine Cenevre’de tehlikeli olabilecek, oradan uzak dur diyebilecekleri bir yer var mı diye sorduğumda. Bana Les Paquis bölgesinin ara sokaklarının ikisinin Amsterdam’ın Red Light’ı gibi olduğunu ama oraya zaten yolumun düşme olasılığının az olduğunu o yüzden endişelenmemem gerektiğini söylediler. Bunun üzerine ertesi gün lonely planet’in tavsiye ettiği döviz bürosunu ararken bir de baktım ki bu iki sokağın tam göbeğine düşmüşüm. Hatta Cenevre’de duyduğum ilk Türkçe kelimeler o sokakların birinin başında olan bir dönercinin girişinde oturan 2 adamdan çıkıyordu.

- Cenevre’nin Les Paquis bölgesi bende oranın göçmen semti izlenimini yarattı. Barcelona’nın Raval’ini hatırlattı ki, burada Pakistanlılara Paquis denir ve Raval’de bol miktarda bulunur. Böylece Cenevre ile Barselona’nın da benzeyen noktasını keşfetmiş oldum.

- Barselona’da herkes beni Fransız zannederken, Cenevre’de Fransızca anlamamamdan olsa gerek beni genelde İtalyan sandılar. Ben ise Fransızca duydukça kendimi Çinli gibi hissettim (Türkçe’de Fransız Kalmak, Fransız Olmak deyimi, Katalanca’da Çinli olmak, Çinli kalmak olarak geçiyor.). Bir mağazada çalışan Rus tezgâhtar ise beni Rus sandı ki bunun nedenini hala anlayabilmiş değilim. Bugüne kadar Türkiye’de Moldovyalılara ve İrlandalılara, Barcelona’da Fransızlara, İsviçre’de İtalyanlara ve Ruslara benzetildikten sonra ara sıra bir kimlik karmaşası yaşamıyor değilim. En iyisi kendimi dünya vatandaşı olarak tanımlamak sanırım.

- Barselona’da MontJuic Kalesinde Açıkhava sinemasına gitmeye niyetlenip gidememiştik, kısmet Cenevre’de göl kenarında Açıkhava sinemasınaymış. Sean Penn’in Into the Wild filmini pür dikkat izlerken kendimi tutamayıp, karanlığa rağmen akıl defterime notlar aldım. Bu filmi özellikle varoluşsal bunalım yaşayan ve içinde çekip gitmek, izini kaybettirmek isteyen insanların izlemesini tavsiye ediyorum. Film sırasında aldığım notlar ise İngilizce.
“Don’t ask me where I’m going. I’m going no where.”
“Money makes people more cautious (or conscious)”
“Some people feel like they don’t deserve love. “
“The sea gives us an occasional chance to feel strong.”
“I love you enough to bear not knowing.”
“Happiness is real only when shared.”
“When you forgive, you love.”
“The core of spirit comes from new experience.”

-Evinde beni misafir eden arkadaşımla Montrö ile ilgili konuşurken bana Deep Purple’ın Smoke on the water şarkısını burada yazdığını hatırlattı. Montrö’ye gittiğimde Cenevre Gölü üzerinde yine bir duman, bir pus vardı. Güneş ise bir ateşcesine etrafı yakıyordu. Bu manzarayı gördükten sonra bu şarkı daha bir anlamlı gelmeye başladı…
-5 günlük gezi boyunca beni Montrö’deki manzaradan sonra en çok etkileyen yer Lozan’daki Musee d’art brut oldu. Burası psikiyatri kliniğinde kalmış ya da hapishanede bir süre geçirmiş inanılmaz yaratıcı insanların eserlerini barındıran bir müze. Eserlerinin yanında hepsinin kısa hayat hikayeleri yazıyor. Özellikle psikolog ve psikiyatristlerin bu müzeyi atlamamalarını tavsiye ediyorum. Ben 2 saat geçirdim içerde. Ne yazık ki içerde fotoğraf çekilmiyordu. Bu müzeyle aldığım notlar yarım sayfayı geçer, o yüzden buraya notlarımın hepsini aktarmıyorum.

-Bu müzeyi gezerken dikkatimi bir aile çekti. Fransızca konuşan bu ailen anne-baba- 5-6 yaşlarında bir kız çocuğu ve maksimum 2 yaşında olan bir erkek çocuğundan oluşuyordu. Anne-baba çocuklardan ayrı bir halde müzeyi gezerken erkek çocuk huysuzlanmaya ve bağırmaya başladı, baba onu susturmak için ağzına ağır bir tokat atınca ben şaşırdım, çocuk da yaygarayı bastı. Bu tokatın üstüne afallamış bir halde, biraz uzakta duran ablasının yanına gitti usulca ve içindeki acısını bastırmak için ona sımsıkı sarıldı. Bu sahne görülmeye değer bir sahneydi…

Aslında notlarım burada bitmiyor ama ben yazımı burada bitiriyorum. Bu kadar anekdottan sonra, İsviçre’yi gördüğüm kadarıyla çok beğendiğimi, yazın yaşanabilineceğini ama kışın tercih edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Turist olarak ise 3 şehri sindirmek için 5 gün yeterli gelmedi bana. Bir daha ki sefere umarım Alman ve İtalyan bölgelerini de görmem mümkün olur da karşılaştırma yapma imkanım olur…

Yarın İstanbul’a gidiyorum. Bakalım oradan ne malzemeler çıkacak. Takipte kalın…