24 Aralık 2011 Cumartesi

Mutlu Noeller Dünya!


Yaklaşık 5 senedir Barselona'da yaşıyorum ve bu sene ilk defa Noel'de Barselona'dayım. Yerel hükümet değişikliği sonrasında yönetime gelen yeni kadronun Noel'i daha renkli bir hale getirip para harcatmayı teşvik etme kararına müteakip bu sene Barselona geçtiğimiz yıllara göre daha renkli, daha cıvıl cıvıl. Geçen haftasonu şehrin çeşitli sokaklarındaki farklı konsept ve stillerle hazırlanmış ışıklandırmaları görmek için kendimizi sokağa attığımızda bir anda kendimi anıların içinde buldum. Normalde benim için fazla bir anlam ifade etmeyen Noel, bu sene bende daha farklı duygular uyandırdı.

İşte bu yüzden bugün biraz blogumun içeriği dışında bir şeyler yazacağım. Hatta biraz daha ileri gidip özel anılarımı paylaşmak istiyorum sizlerle. 2011'i güzel bir yazıyla kapatıp, 2012'yi hayallerimle kucaklamayı istiyorum...

Noel'i kutlamayan bir kültürden geldiğim için yazımın başlığının Türkçe olması biraz yadırganabilir. Neden Mutlu yıllar değil de Mutlu Noeller yazmış acaba diye düşünülebilir. Her ne kadar yılbaşı temalı bir yazı yazmayı planlamıyor olsam da bu yazımı Noel'e ayırmak istedim. Size farklı kültürlerde yaşadığım Noel kutlamalarından biraz bahsetmeye çalışacağım bu yazımda.


Noel konsept olarak müslüman kültüründeki kutlu doğum haftasına yakın olsa da gerek kutlamaların globalleşmesi gerekse işin ticarete dökülüp dini unsurların minimuma indirilmesi sebebiyle kutlamalar farklı bir şekle dönüşüyor. Temelinde İsa'nın doğum günü kutlanıyorken etrafta İsa'dan çok Noel baba görüyoruz. Ben de işte aslına bakarsanız Noel'in tam da bu yüzünü seviyorum. Noel kutlayan bir kültürden gelen her hangi bir çocuğu durdurup ona sorarsanız en sevdiğin bayram hangisi diye, şüphesiz Noel diyecektir. Noel demek, çocuklar için şekerler, oyuncaklar, ışıklar, noel baba, ren geyikleri, şarkılar, yani rengarenk bir yaşam demek. Neden sevmesinler ki?

Yılbaşı ağacını Hristiyan kültürünün bir sembolü olarak gören bir aileden geldiğim için çocukluğum boyunca evimizde yılbaşı dekorasyonu namına hiç bir şey olmadı. Yılbaşları bile bizim aile için sadece bir açıdan anlamlıydı. Doğum günümün yılbaşına denk gelmesi nedeniyle ailemizde seneler boyunca yeni yıldan çok doğum günü kutlaması havasında geçti. 24-25 Aralık günlerine tekabül eden Christmas- yani Noel'in varlığından bile habersizdim o yıllarda (yabancı dille eğitim yapan bir okulda okuyor olmama rağmen nedense Christmas'ı kafamda hep yeni yılla ilişkilendirmiştim.)

Resmi olarak Noel ile tanışmam 1998 yılının Aralık ayında oldu. Değişim öğrencisi olarak A.B.D.'de koyu katolik bir ailenin yanında yaşadığım dönemdi. Noel gecesi ve günü hazırlıkları günler öncesinden başladı. Salonumuzdaki kocaman bir yılbaşı ağacını kafamda bir noel baba şapkası, güle oynaya süslediğimi hatırlıyorum. Süslemenin en sevdiğim anı şekerden yapılma bastonları ağaca takmaktı. 24ü gecesi Noel ayinine gitmiştik ailem ve o zaman beni ziyarete gelmiş olan bir Türk arkadaşımla. Aldığımız kültüre çok uzak görünen Noel ayininde nasıl davranmamız gerektiğini tam kestirememiştik, onlar dua ediyorsa biz de bildiğimiz gibi dua ederiz diyip Elham ve Sübhaneke okumaya başladığımızı hatırlıyorum sessizce. Gece sonrasında da Amerikalı annem gelip "sizi öyle dua ederken görünce çok mutlu olduk" demişti. Ha kilise ha cami, ha elham ha halleluyah... ne de olsa önemli olan niyetti. Sınıfı geçmiş olmanın mutluluğuyla yatağa gitmiştim ama uyumakta zorlandığımı hatırlıyorum. Çünkü büyük gün ertesi sabahtı. Yani 25 aralık sabahı... O sabah uyandığımda ağacın altındaki hediyeleri açmak için sabırsızlandığımı hatırlıyorum. Tüm aile üyeleri toplanıp teker teker hediyelerimizi açtık. Ağacın altında duran hediyeler dışında bir de çorabımın içindeki hediyeler vardı (ki itiraf ediyorum çorabın içinden çıkanları daha çok beğenmiştim). O sabah dünyanın en mutlu çocuğu bendim... Seneler geçti, hiç bir Noel'de o noeldeki kadar hediye almadım. Belki de bu yüzdendir o günü hatırladıkça içim hala sımsıcak duygularla dolar.

İkinci noel kutlamam Granada'da çok sıcak, tipik bir Endülüslü aile ile oldu. 2006 Aralık ayında, o sene Lizbon'da yaşarken tanıştığım fakülteden arkadaşım olan Granadalı Bea'nın evine davetsizce gittiğimi hatırlıyorum. Noel'e bir kaç gün kala, Bea Noel'de sana geliyorum dediğimde Endülüs sıcaklığıyla bana kucak açmıştı. Annenannenin evine vardığımızda bütün dedeler, nineler, amcalar, teyzeler, halalar, yeğenler oradaydı. Büyük bir yemeğin ardından herkes birbirine hediye vermeye başlayınca kendimi hazırlıksız yakalanmış hissetmiştim. Çünkü Amerika'da hediye değiş tokuşu 25i sabahı yapılır. İspanya'da da 5-6 Ocak arasına tekabül eden Reyes'de hediyelerin verildiğini sanıyordum. Neyseki son anda Noel yemeği kadrosuna dışardan dahil olduğum için kimse de bana hediye almamıştı. Bu içimi hem biraz rahatlatmıştı hem de buruklaştırmıştı. Yaşım 20yi geçmişti o dönemde ama kendimi hala bir çocuk gibi hissediyordum sanırım... Kimsenin bana hediye almamış olması, ne yalan söyleyeyim biraz kalbimi kırmıştı. O geceden hatırladığım son şey de 2 ninenin ellerine garip sesler çıkaran müzik aletleri alıp şarkı söylemeye başlamaları...
Bu sene de Barselona'dayım noelde. İlk defa yaşadığım bir evde Noel Ağacımız var...
Noel'in katalanlara özgü olan tarafı Caga Tio. Bu nedir diyecek olursanız, linkte videoda görebilirsiniz. Gelenek icabı çocuklar bir odundan yapılmış Tio'ya oturup, şarkı söyler: Tioo bizim için fındık ve helva sıç... Noel'in en dini yanını meydanlarda ve meraklı ailelerin evlerinde kurulan Pessebre'ler (İspanyolca Belen) yani İsa'nın doğum sahnelerinin yer aldığı maketler oluşturur. Aşağıdaki resimde öğrencim evindeki Pessebre ile poz verirken görülebilir...
Bu sene evde pek katalan tipinde bir kutlama yapmayacağız. Daha çok Romanya usülü bir kutlama beni bekliyor sanırım. Sabah uyandığımdan beri salonumuzdan Noel şarkıları yükseliyor. Saat 12den beri mutfakta yemekler hazırlanmaya devam ediyor. Dün gece bir sürü Noel konulu film indirdim bu gece izlemeye hazır... 2 Türk 2 Romanyalı evlerimizden uzakta da olsak güzel anlar, güzel tatlar paylaşarak geçireceğiz bu geceyi kesin. Ne de olsa önemli olan bir geleneği yaşatmak, mutlulukları paylaşmak, çevrendekilerin değer verdiği kutlamalara saygı göstermekle kalmayıp bu kutlamalara katılıp onların mutluluklarına ortak olmak...

Blogumu geçen sene bir dönem çalıştığım 5 yaş grubu sınıfının noel gösterisinde söylediği şarkı ile kapatıyorum. "We need a little Christmas" benim en sevdiğim şarkılardan biri. Eğer video sayfa üzerinden çalışmazsa bir de şurayı tıklayarak izlemeye çalışabilirsiniz.

Noel'i kutladıktan sonra yeni yıla da farklı bir kültürde gireceğim. Haftaya Meksika'nın başkenti Mexico D.F.'ye gidiyorum. Dönüşte size orada yaşadığım ilginç şeyleri, öğrendiğim yenilikleri anlatıp farklı bir kültürle daha tanışmanızı sağlamayı umuyorum.

Mutlu Noeller! Feliz Navidad! Bon Nadal! Merry Christmas! Feliz Natal!,С Рождеством! Buon Natale! Среќен Божиќ! Wesołych Świąt! შობა!, 聖誕快樂, Joyeux Noël! Frohe Weihnachten! Marjinal! З Калядамі!, Весела Коледа!, Veselé Vánoce!

7 Aralık 2011 Çarşamba

Sen bu dünyanın neresindensin?

Neredeyse iki aylık bir aradan sonra, yazacak bir çok konu birikmişken 2012 gelmeden bir şeyler yazmak istedim. Kasım ayı o kadar yoğun geçti ki bir baktım Aralık olmuş bile. Bu arada dönem sonu olması sebebiyle her şey üst üste geldi. Sonunda araştırma yaptığım okula yeniden veri toplamak için dönebildim ve alan çalışmama kaldığım yerden tekrar başladım. Katalanca kursum bitti. Ama her şeyden önemlisi neredeyse 1 senedir yaptığım stajım mutlu bir sonla bitti. Dile kolay, iyisiyle kötüsüyle 150 saat...

Boş Zamanlar da dolmalı, ama nasıl? başlıklı yazımda biraz bahsetmiştim geçen sene gittiğim 100 saatlik teorik kurstan. Bu kursun sonunda boş zamanları değerlendirme gözetmeni ehliyetini alabilmek için 150 saat staj ve 20-50 sayfalık tezimsi bir proje yazmak gerekiyor. Bir yandan doktora, bir yandan ingilizce öğretmenliği, bir yandan alanımla alakasız ek işler ve kurslar derken geçen sene haftada 1 gün 5 saat, bu sene haftada 2 günden 10 saat yaptığım stajımı sonunda bitirmenin haklı gururunu yaşadım. Staj yaptığım yer olan Casal dels Infants de Raval İstanbul'un Tarlabaşı'sı gibi olan Barselona'nın Raval mahallesinin sakinlerine hizmet veren bir toplum merkezi olarak düşünülebilir.


Hizmet verenlerin çoğunun gönüllüler ve stajyer öğrencilerden oluşan, her ne kadar bir mahalleye hizmet etmek için kurulmuşsa da şu anda hizmet alanı gerek Barselona içindeki sosyal risk taşıyan bir kaç mahalle olsun, gerekse Fas gibi İspanya'ya göç gönderen diğer ülkelerde olsun hizmet ağı oldukça geniş bir sivil toplum kuruluşu. Bu kurumda görev alabilmenin en güzel yanlarından biri şüphesiz ki gönüllülere ve stajyerlere sunulan ücretsiz sürekli eğitim kursları ve hizmet verenlerin birbirleriyle kaynaşmalarını sağlayan kültürel etkinlikler yapılmasıydı.
Bu noktada Türkiye'deki sivil toplum kuruluşlarının, özellikle de gönüllü hizmet anlayışıyla çalışanların, Casal dels Infants'dan bir çok şey öğrenebileceğini düşünüyorum. Lafı fazla dolandırmadan ben bu kurumun neresinde nasıl bir görev aldım bundan bahsedeyim (bakalım şu linkteki fotoğraflar içinde beni bulabilecek misiniz?.

150 saatlik boş zamanları değerlendirme gözetmenliği stajımı bu toplum merkezinin 3-5 yaş grubuna hizmet veren okul sonrası etkinliklerin yapıldığı merkezde yaptım. Gerek çalıştığımız grubun sosyal risk grubuna girmesi, gerekse staj yaptığım kurumun koyduğu katı kurallar nedeniyle fotoğraf çekemedim (bir kaç foto görmek istiyorsanız şu katologa bir göz atabilirsiniz), yaptığımız şeyleri pek anlatamadım. Bu sefer bir istisna yaparak stajımın bitiminde değerlendirme aracı olarak kullanılan ve tamamen benim ürünüm olan etkinliklerden biraz bahsetmek istedim.

Hem kişisel ilgi alanım olması açısından hem de merkezde bulunan 27 çocuğun Fas'tan, Mali'ye, Bolivya'dan Pakistan'a, Ekvator'dan Brezilya'ya kadar bir çok farklı kültürden gelen ailelerin üyeleri olmaları açısından çok kültürlülükle ilgili bir şeyler yapmak ve çocukların farklı ırk-kültür ve ülkelerle ilgili farkındalıklarını arttırmak istedim. İlgiçtir ki Barselona'nın belki de en çeşitli kültürel popülasyonuna ev sahipliği yapan Raval Mahallesinde bulunan bu kuruluş kültürel farklılıklar konusunda fazla bir çalışma yapmıyor, bunun yerine farklı kültürlerden gelen çocukları katalan kültürüne en çabuk nasıl adapte ederiz üzerinde çalışıyordu.
Oysa ki nadir de olsa bu kadar küçük yaş grubundaki çocuklar arasında bile ırkçı söylemlerle karşılaşmak mümkün oluyordu (Mali'li bir çocukla oynamayı reddeden Faslı çocuk, ten rengi yüzünden onun mide bulandırıcı olduğunu ve onunla kesinlikle oynamayı reddettiğini söylemişti bir keresinde).

Kültürel farklılıklar, çok kültürlü sınıflarda duyarlılığı ve hoşgörüyü arttırmayı hedefleyen hali hazırdaki etkinlik önerilerini ve kitaplarını araştırdığımda özellikle 3-5 yaş grubuna hitap eden beni tatmin edebilecek bir örnek bulamadım. Bu konuda ben neler yapabilirim diye düşündüm. Çocukların 4 yaş ve sonrasında kültürel ve ırksal farklılıkları ayırt edebildikleri bilgisini de göz önünde bulundurarak 5 yaş grubuna yönelik birbiriyle bağlantılı 4 etkinlik hazırladım.

Etkinlik 1: Bilin bakalım bu çocuklar nereli?
Hedef: Çocukların farklı kültürlerden gelen çocukları tanıması.
Araçlar: Google Maps ile oluşturduğum dünya haritası
Sınıftaki kültürel çeşitliliği de dikkate alarak seçtiğim, 16 farklı kültürden gelen çocukların fotoğrafları.
Fotoğrafları duvara yapıştırabilmek için macun yapıştırıcı (blue tack)
Bilgisayar ve Barkovizyon.

Süre: 20-25 dk.

Etkinliği uygulamaya başlamadan önce çocuklar daire şeklinde yere oturur ve etkinlik çocuklara açıklanır. İçinizden kim seyahat etmeyi seviyor? sorusu ile başlanır. Hangi araçlarla seyahat edilir? diye devam edilir. Bugün hep beraber bir dünya haritası üzerinde seyahate çıkacağımız ve farklı ülkelerden ve farklı kültürlerden (bu noktada kültür kavramının basit bir tanımının yapılması gerekir) gelen çocuklarla tanışacağımız söylenir.

Uygulama: Tek tek çocuklara seçilen fotoğraflar gösterilir ve sizce bu çocuk nereli? diye sorulur. Verilen cevaplara göre çocukların doğru cevaba yaklaşabilmeleri için ipuçları verilir. Daha sonra doğru cevabı veren ya da en çok yaklaşan çocuğa, haritanın duvardaki görüntüsü üzerine yapıştırması için ülkesi tahmin edilen çocuğun fotoğrafı verilir.

Uygulama sırasında göze çarpanlar: Çocuklar kendi kültürleriyle benzerlik gösteren çocukları çok kolay tanıyabiliyorlar. Mesela sınıftaki Fas asıllı bir çocuk, kullandığım Faslı çocuğun resminde bir kuzu tutmasını ipucu olarak kullanarak bu çocuk Faslı çünkü benim de Fasta bir kuzum var ve biz onu kesip yiyoruz dedi. Ayrıca dış görünüş farklılıklarına verilen tepkileri gözlemlemek de ilginç. Fiziksel olarak kültürel özelliklerini yansıtan bir Faslı çocuk, Afrikalı zenci çocuğun fotoğrafını görür görmez "Ay ne kadar çirkin" diyerek tepkisini dile getirdi. Bilgi yarışması haline getirilebilinen bu etkinlik çocukların etkin katılımıyla onlar için de eğlenceli bir hal alıyor.

Etkinlik 2: Sen Kime Benziyorsun?

Hedef: Çocukların kendilerine benzeyen çocukların fotoğraflarını tanıması ve neden benzediklerini açıklaması.

Araçlar: Bir önceki etkinlikte kullanılan fotoğraflardan sınıftaki çocukların kültürlerinden gelen çocukların resimleri seçilir.
Tercihen folklorik enstrumental bir şarkı (2-3 dakika uzunluğu geçmemeli) (ben bu etkinlikte kasap havasını arka fon müziği olarak kullandım)
Müzik çalmak için gerekli sistem.

Süre: 10-15 dk.

Uygulama: Müzik başlamadan önce fotoğraflar sınıf etrafına duvarlara yapıştırılır. Çocuklara biraz sonra bir sergiye gidecekleri ve bu sergide gördükleri fotoğraflardan en çok kendine benzeyeni seçmeleri ve müzik bitince bu resmin yanında durmaları söylenir.

Müzik başlar ve herkes sergiyi gezmeye başlar. Müzik bitince tek tek çocukların yanlarına gidilip neden o resmi sectikleri ve kendilerine fotoğraftaki çocuğun ne yönden benzedikleri sorulur.
Uygulama sırasında göze çarpanlar: Çocukların bir çoğu etkinliği tam olarak uygulayamadılar. Ancak bir önceki etkinlikte kendi kültürlerinden gelen çocukları ayırt eden çocuklar kendilerine benzeyen fotoğrafların önünde durdular. Bu fotoğraf sana nasıl benziyor sorusuna verilen cevaplar: Çünkü benim tenim de onun teni de kahverengi, çünkü ikimiz de erkeğiz, saç renklerimiz aynı vs. gibi...

Uygulamanın sağlıklı olabilmesi açısından etkinlik öncesindeki açıklama tane tane yapılmalı ve arka fonda çalan müzik çok uzun ve çok hareketli olmamalı.

Etkinlik 3: Her Türden Çocuk- Hikaye Anlatma...

Hedef: Dış görünüşte farklı olan çocukların birbirleriyle hangi yönlerden benzediklerini öğrenmek
Araçlar: Uygulamanın yapıldığı dilde bir hikaye kitabı. Az yazılı, çok resimli ve interaktifliğe izin veren bir anlatımı olması tercih edilmeli. Ben uygulamayı katalanca yaptığım için seçtiğim kitap "Nens de Tota Mena" oldu.
Süre: 10-15 dk

Uygulama: Kitap okunurken anlatılanlarla ilgili çocukların düşünmelerini sağlayacak sorular sorulur. Çocukların kitapta anlatılan çocuklarla kendileri arasındaki benzerlikleri bulmalarını destekleyecek soruların sorulması hedeflenmelidir.

Uygulama Sırasında Göze Çarpanlar: Mümkünse kitabın bilgisayar ortamında duvara yansıtılarak okunması herkesin daha kolay görebilmesi açısından daha faydalı olacaktır. Hikayenin uzun olmaması ve çocukların gördüklerinden yola çıkarak sizin soracağınız sorulara cevap vermeleri desteklenmelidir. Seçtiğim kitapta tüm çocukların farklı da olsa kendilerini seven ve onlara bakan bir ailesinin veya onlarla ilgilenen yetişkinlerin olduğundan, her çocuğun yemek yediğinden, çiş yaptığından bahsettikten sonra her çocuğun oyun oynamayı sevdiğini söyleyerek hikaye sona eriyordu.

Etkinlik 4: Kültürel Çeşitliliği Boyayalım ve Memory Oynayalım
Hedef: Farklı kültürlerden gelen çocukların renklerini boyayarak kağıt üzerine yansıtabilmek.
Dikkat gelişimini desteklemek.

Araçlar: Farklı kültürlerden gelen kendi kültürlerine özgü giysiler giymiş çocuklarıdan oluşan A4 boyama kağıdı (her çocuğa aynı kağıttan 2 tane verilir).
Tercihen ince uçlu kuru boya kalemi
Makas
Zarf (kişi başı 1 tane)

Süre: 20-30dk

Uygulama: Çocuklara kağıtlar ve boyalar dağıtıldıktan sonra iki kağıt üzerinde ayrı ayrı bulunan aynı resimleri aynı şekilde boyamaları söylenir ve bu bir örnekle desteklenir.
Çocuklar boyama yaparken gözetmenlikle görevli yetişkinler çocuğun işini kolaylaştırmak için resimleri küçük kareler halinde keserler.
Boyama ve kesme işi bitince memory oyunu nasıl oynanır hep beraber bir kaç el oynanarak gösterilir.

(Memory oyunu, kağıtların ters çevirilip eşlerinin bulunması oyunudur).

Uygulama Sırasında Göze Çarpanlar: Çocukların iki farklı kağıtta bulunan eş figürleri aynı boyaması için sürekli gözetmenlik yapmak gerek. Boyama süreci çocukların hızlarına bağlı olarak çok kısa veya çok uzun sürebilir. Hızlıca bitirenler için kağıtları kesme işleri onlara bırakılabilir veya yine aynı konulu bir mandala ek etkinlik olarak sunulabilir. Yavaş boyayanlar ise kalan kartları bir zarf içinde evlerine götürebilir etkinliğe orada devam edebilirler.

Bu 4 etkinliği uygulamak için yaklaşık 1 saat 15 dakikam vardı ve boyama etkinliği biraz hızlandırılmış olarak gerçekleşmiş olsa da zamanı yetirmeyi başardım. Etkinlikler sonunda çocukları tekrar bir daire etrafında toplayıp, değerlendirme ve kapanış oturumu yaptım. Bu oturum çocukların geçirdikleri 1 saatlik bir süre içerisinde neler öğrendiklerini özetlemek ve etkinliklerden hoşlanıp hoşlanmadıklarını anlamak ve üzerine düşünmelerini sağlamak için önemli bir aşamaydı benim değerlendirilmem açısından. Bir çok çocuk özellikle haritalı etkinliği çok sevdiğinden bahsetti. Onların keyif aldıklarını görmek beni de mutlu etti.

Şüphesiz bu etkinliklerin geliştirilebilecek bir çok yanları var. İlk kez uygulandıklarını düşünürsek bence zaman/materyal/açıklama süreci gibi ufak detayları daha dikkatle planlarsanız çok ilgi çekici sonuçlar alacağınıza eminim...

Kültürlere ve farklılıklara dokunmaya korkmayın. Ama dikkatli olun. Etkinlikleri planlarken kalıp yargıları ne kadar desteklediğinizi ya da çocukların hayal güçlerini ne kadar esnettiğinizi göz önünde bulundurun. Ve mutlaka ama mutlaka öğrenirken eğlenmeleri için gerekli ortamı onlara sağlayın...


20 Ekim 2011 Perşembe

Bir Doktora Öğrencisinin İtirafları-5

(Bu yazıyı okumadan önce, 4. yazıyı okumak için tıklayın.)

Dün bitirdiğim bir kişisel gelişim kitabında eğer kariyerinizde istediğiniz noktaya bir türlü gelemiyorsanız suçu başkalarına atmaktan vazgeçip kendinize küçük hedefler koyarak bebek adımlarıyla da olsa ilerlemeye başlayın diye yazıyordu. “Denedim. Olmadı” söyleminden vazgeçin, çünkü denemek diye bir şey yok, bir şeyi ya yaparsınız ya yapamazsınız diye de devam ediyordu.

Denedim, olmadı diyip pes etmek için çok geç artık. 2 sene geçmiş. 2 seneyi çöpe atmayı göze alabilecek kadar uzun değil bu hayat. Sil baştan başlamak gerek bazen diyordu bir şarkısında Şebnem Ferah. İşte benim doktora tez serüvenime çok uydu bu söz. Zaten niteliksel araştırmaların ortak kaderi bu. Araştırma süreci içersinde her şey değişebilir. Yeter ki buna hazırlıklı ve gönüllü olun.



Eylül ayı buralarda bir doktora öğrencisi için çok yoğun bir ay. Tabiri caizse bir doktora öğrencisi için yeni yıl eylül ayında başlar. 1 eylülde Barselona’ya ayak bastığımda 5 eylülde vermem gereken senelik raporumu her ne kadar kafamda tekrar tekrar yazmış olsam da bir türlü yazıya dökememiştim henüz. Her Türk öğrenci gibi son dakikaya kadar maksimum stresle 1 senede yaptıklarımı, ya da yapamadıklarımı, 5 sayfaya sığdırmaya çalışırken olabildiğince dürüst davranmaya çalıştım.


Sonuçta yazdıklarımdan memnun ama gidişattan umutsuz bir tablo çıktı karşıma. Raporu yazma aşamasında danışmanıma ulaşma çabalarım sonuçsuz kaldı. Tez süreci değerlendirme komisyonuna ulaşan raporumu tez danışmanım okumadı. Herhalde şu an bulunduğum noktada en çok şikayetçi olduğum konu bu, Nisan sonundan beri tez danışmanıma ulaşamıyor olmam. Bu nedenle de araştırma sürecimle ilgili sağlıklı bir geri bildirim alamamam...

Neyse efendim, kimseyi suçlamıyoruz ve geliyoruz 20 eylül sabahı komisyonun değerlendirme toplantısına... Komisyonda raporumu değerlendiren hocanın arkasından toplantı odasına yürürken bana dedikleri tam da o an hissettiklerimin kelimeye dökülmesiydi: “Ne kadar karamsar bir rapor yazmışsın. Çok umutsuz, çok karanlık görünüyorsun. Şimdi gel problemlerin hakkında neler yapabiliriz bir bakalım.”

Hoca, yazdığım raporun üzerine notlar alınmış, satır altları çizilmiş çıktısını önüme koyduğunda içimde duyduğum sevinci kelimelere dökemem. 2 sene sonunda birisi yazdıklarım üzerine ciddi kafa yormuştu ve bana yardımcı olabilecek, ilerlemem için bana yol gösterebilecek geri bildirim vermek için notlar almıştı. Yaptıklarımı, yazdıklarımı ve en önemlisi kendimi 2 sene içinde ilk defa bu kadar değerli hissettim.
Araştırmamın veri toplama sürecinde, katılımcı okul bulmakta çektiğim zorluk ve topladığım verilerin başa çıkılamaz derecede birikmesi nedeniyle araştırma desenini değiştirmeye karar vermek zorunda kalmam bende acı bir farkındalık yarattı. Niteliksel bir araştırma yapıyorum ama multiple case study yapamayacaksam benim araştırmam için en uygun desen hangisi? Araştırmamın amaçlarına göre yeni bir desen seçmek mi, seçtiğim desene göre araştırma amaçlarını yeniden belirlemek mi?


Niteliksel verilerin kalitesi araştırmanın geçerliliği açısından çok önemli bir konu. Genelde araştırmacının kendisi tarafından toplanmamış veriler kalitesiz sayılır. Doğal ortamda toplanmamış veriler de geçersiz. Benim korkum ikincisinden kaynaklanıyordu. 2 aylık alan çalışmam çöpe gitmesin diye uyguladığım B planı maalesef korkutuğumun başına gelmesini engelleyemedi. Değerlendirme yapan hoca bu verilerin kullanılamayacağını ve en temizinin yeniden alan çalışması yapmak olduğunu söyledi. Bense hala acaba geçerli olan diğer verileri nasıl kullansam da sıfırdan başlasam diye düşünüyordum ki hala bu sorunun cevabını bulmuş değilim.
Yaklaşık 1 saat süren geri bildirim görüşmesinden sonra vardığım sonuç en kısa zamanda niteliksel araştırma metodolojisi ve niteliksel veri analizi ile ilgili bir ders bulmam gerektiğiydi. Bunun yanında yeni bir danışman bulma gereksinimi de ortaya çıktı. Zaman kaybetmeden üniversitenin web sayfasına girip ders kataloglarını incelemeye başladım. Tam istediğim gibi bir ders bulup çeşitli hocalara mail yazma trafiğine başladım. Maillerime aldığım cevaplar İspanya’daki yüksek öğretimin kanayan yarasının göstergesi gibiydi:
Bir hoca bir kaç ay raporluyum o yüzden dersi başkası verecek, kimin vereceğini bilmiyorum dedi. Diğer bir tanesi ön emekliliğimi aldım, Barselona dışındayım, Barselona’ya ne zaman döneceğimi de şimdiden düşünmüyorum demiş. Bir başkası, dersi son anda başka hocaya verdiler, ismi şu ama e-maili bende yok, ekim başı tekrar yaz bana demiş. Ekim başı yazdım, ekim ortası oldu hala bir cevap yok. Cevap alabildiğim en son hoca ise açık ve net bir şekilde dersin öğrenci kapasitesinin dolu olduğunu, boş vaktinin olmadığını ve ancak kendi öğrencilerine vakit ayırabildiğini yazmıştı.

İspanya’da yaşanan meşhur ekonomik kriz hiç şüphesiz önce sağlık sonra da eğitimi etkiledi. Ama krizden önce de, ilk geldiğim sene, dikkatimi çekmişti hocaların (ya da özellikle devlette çalışan insanların) sürekli raporlu olması. Bolonya süreci sonrasında lisans sınıflarında öğrenci sayısı 200 kişiyi bulabiliyormuş. Araştırmalar ve kadrolara ayrılan bütçe her sene biraz daha kesiliyor. Bu yaz İstanbul’daki kongrede tanıştığım İspanyol araştırmacı bir arkadaş bana şöyle demişti: “İspanya’nın beyin ithal etme gibi bir arzusu yok. Başarılı yabancı öğrencilere yatırım yapalım, İspanya’da kalsınlar, İspanya’yı akademik anlamda daha iyi yerlere getirsinler diye bir kaygıları yok. Bu yüzden de zaten yabancı öğrencilere yatırım yapmıyorlar.” Eğer bütün bunları daha önceden biliyor olsaydım, hiç düşünmeden dok
tora yapmak için başka bir ülke arardım kesinlikle. Ama artık bunu düşünmek için çok geç.

Bu şartlar altında, kimseyi suçlamadan, kendi kendime doktora yapma sanatının ustası olmak üzere küçük bebek adımları atmaya karar verdim, rapor değerlendirme toplantısından tam 1 ay sonra... Elimde yapmam gereken tonlarca okuma, cevabını bulmam gereken bir çok soru, analiz etmem gereken bir çok veri var ve her şey 11 ay içinde bitmeli... Bitmeli değil, pardon... Bitecek... Er ya da Geç Bu Doktora Bitecek...

Başlamak bitirmenin yarısıdır derler, ben de bitirmeyi istemek bitirmenin ta kendisidir diyorum. Bir doktora öğrencisi için ultra lüks bir şey olan rahat alanımdan (comfort zone) çıkıp, bebek adımlar atma zamanı geldi artık. Haydi, eğer siz de hala doktora tezinizin kötü gidişatından, ilerleyememekten, önünüze çıkan engellerden şikayetçiyseniz, başka şeyleri suçlamayı bırakın. Kendinizi de suçlamayın. Önünüze küçük somut hedefler koyun. Bulunduğunuz noktaya kadar gelebilmişseniz eğer, bundan sonrasını yapamamak için önünüzdeki tek engel kendinizsiniz... Aklınızdan çıkarmayın, söylenmeden, aksilik çıkmadan, ters gitmeden, sorun yaşatmadan biten bir doktora tezi yoktur. Doktora tezi yazmak demek sadece araştırma yapma, yürütme yetkinlikleri kazanmış olmanız anlamına gelmez. Doktora sürecinde hayatın karşınıza çıkarttığı problemleri de çözebilmiş, yıkılmadan, sağsalim başarıya ulaştığınız anlamına da gelir. Kıssadan hisse, doktora tezinizi verdiyseniz, zorluklarla başa çıkabilme yetkinlikleri kazanmışsınız demektir.

(Bu yazıyı okuduktan sonra 6. yazıyı okumak için tıklayın.)

7 Eylül 2011 Çarşamba

Bir İstanbul Polisiyesi... Billur Ç. gözlem başında...

Bu yazımı değişiklik yapıp akademik, bilimsel ve mesleki kaygılardan uzak yazmaya karar verdim. 2 aylık yaz tatilimi Türkiye'nin çeşitli il ve ilçelerinde geçirdikten sonra İstanbulumla vedalaştığım son günde yaşadıklarımı sanırım bir ömür boyu unutamam. O gün yaşadığım şeyler sayesinde anladım ki ben bu şehre aşığım arkadaş. Neden mi? Yaşadığım bunca seneye rağmen bana hala ilkler yaşatabilen, beni şaşırtabilen bir şehir İstanbul... İşte tam da bu yüzden İstanbul ile vedalaşamıyorum bir türlü. Gözüm hep arkada kalıyor. Sanki ardımda gözü yaşlı bir sevgili bırakıyormuşum gibi hissettiriyor...

Bu sefer ki vedalaşmam sevgili kankam, onun eşi ve "tosuncuk tosbaam" sayesinde unutulmaz anlarla dolu dolu geçti. Gün içinde 200kmden fazla direksiyon sallayarak İstanbul'da bizi bir baştan öbür başa gezdiren kendisine teşekkür ederim. Nereleri gezdiğimizi, ne yiyip ne içtiğimizi atlıyorum ve güne başlarken yaşadığımız macerayı anlatmaya geçiyorum...

Sabahın 11:30'unda Taksim'de kankamın arabasına binmemden 5 dakika sonra Gümüşsuyu civarında arkamızdan yavaşça bize yaklaşan, ön camında TNT kanalına ait bir kart taşıyan koyu renkli bir araçtan ne dediği anlaşılmayan bir anons geldi. Bir kaç tekrar sonrasında anladık ki "Yavaşla sağa çek" diyormuş. Biz televizyon aracının bizimle ne işi var diye düşünürken, şöför mahaline yaklaşan genç adam kimliğini göstererek ehliyet ve ruhsat istedi. Meğer bizi durduranlar sivil polismiş. Arkadaşımı arabadan indirdikten sonra diğer sivil polis, önde oturan arkadaşımın eşine küçük hanım kimlik lütfen dedi...

"Pek küçük sayılmayız ama buyrun" dedi. Önce aklımdan vay be demek ki cidden küçük gösteriyoruz diye geçirdim. Daha sonra ben de istek üzerine kimliğimi uzattım. Önce kimliğime sonra bana baktı şaşkın bir ifadeyle. Ve bunu bir kaç kez tekrarladı sivil polis arkadaş. Bir yandan bizi neden durdular acaba diye düşünürken diğer yandan da ayy bir şeyler olsa da macera yaşasak, bizi de indirseler falan arabalar diyerekten öndeki arkadaşımla birbirimize bakışıp gülüşüyorduk. Bir iki dakika sonra arkadaşım direksiyonun başına döndü ve biz de yolumuza devam etmeye başladık. Bir anda sivil polis aracı yanımıza yaklaştı ve korna ile arkadaşımın dikkatini çektikten sonra ona bir avuç şeker uzattılar.

Ne de olsa Şeker Bayramı'nın 2. günüydü. Ne olursa olsun tatlı yiyip tatlı konuşmak gerekti.

Bu yaşantıdan sonra aklımda bir kaç şey kaldı. Sivil polis neden belirtmeksizin sizi her türlü durdurabiliyormuş, cadde üstlerinde duran simitçi, kestaneci ve mısırcılardan ibaret değillermiş, gösterdikleri polis kimliklerindeki arma mikadan yapılmış janjanlı çakma görünümdeymiş, bir de kendilerinden yaşça büyük olan kadınlara küçük hanım diye hitap edebiliyorlarmış.

Katalan Polisi Mossos dışında polis olarak bir Behzat Ç. yi severim, o da dizi karakteri olduğunu için. Gerçek hayatta olsa karşılaşmak istemem ne Behzat Ç gibisiyle ne de herhangi bir Türk polisiyle ama bu sivil polis kardeşler de ellerini öpmemize gerek kalmadan bize şeker verdiler + puan aldılar...

Günün kapanışı da açılış kadar heyecan vericiydi. Bu olaydaki başrol oyuncuları ise Mardinli olduğuna inandığım Taksim-Bakırköy dolmuş şöförü sanki kadın ticareti sektöründe çalışıyorlarmış izlenimi veren biri erkek biri kadın iki Azeri yolcuydu. Kulağımda müzikle dolmuşun kalkmasını beklerken birden arkada bir hareketlenme olduğunu gördüm. Önce sandım ki Azeri müşteriler bagaja bir şeyler koyuyorlar. Meğer durum farklıymış. Azeri bayan kulağındaki küpenin tekini kaybetmiş (gümüş görünümlü koca halka küpelerden) onu bulacağım diye dolmuşun arka tarafını talan ediyordu. Bir ara elinde fenerle dolmuşun arka koltuğunun altını üstüne getirmeye çalıştı. Bir yandan da dolmuş şöförü, eh baktınız yok demek ki başka yerde düşürmüşsünüz ben bu kadar insanı daha fazla bekletemem dedi haklı olarak.
O anda tam ne oldu bilmiyorum ama bir yandan küfürler havada uçuşmaya başladı. Azeri bayanın ağzından o aksanla Türkçe küfürler duymanın getirdiği şaşkınlık bir yana belli ki İstanbul'da yaşamayan biri olarak dolmuş şöförüne ağız dolu küfür etme gafletinde bulunması yüzünden cehaletinin kurbanı olacaktı neredeyse.

Azeri bayan bir yandan polis jandarma diye bağırırken duraktaki diğer şöförler iki Azeri yolcu yerine yolcu bulup biran önce aracı kaldırmak için çığırtkanlığa başladılar. Neyseki bu uzun sürmedi ve 10 dakikalık bir gecikmeyle kalktığımızda şöför çok sinirliydi. Mardin aksanlı Türkçesiyle Azeri bayanla ilgili olarak çok ayrımcı söylemlerde bulundu. Aklımda kalan bir kaç cümle şöyle: "Böylelerini sokmayacaksın ülkeye. Nasıl davranacağını bilmiyor terbiyesiz. Aç geliyorlar buraya. Ülkelerinde bir müstahtem bile değiller. Atacaksın bunları buradan." diye uzayıp gidiyordu.

Bu olaydan sonra aklımda kalanlar: İstanbul Türkçesi konuşanlar için kulağa zaten kaba gelen Mardin aksanlı Türkçe konuşan birinin Türkiye Türkçesi Konuşmaya çalışan Azeri birinin tartışmasına seyirci olmak, kulağımın Türkçe'nin farklı aksanlarına karşı biraz hassas olması bir yana aksanların getirdiği kabalığın yanına bir de küfürlü söylemlerin getirdiği kabalık birleşince ortamda kan dökülmediğine şaşırıp kalmam, Mardinli şöförün ağzından milliyetçi söylemler duyup bir anda Türkiye'ye bir şekilde gelmiş Azeriler hakkında ırkçı sayılabilecek, ayrımcı ve dışlayıcı cümleler duymak, son olarak da Kadınım nasılsa bana vuramaz mantığıyla (ki bunu açık açık dile getirdi "sen kadınlara vurusan?" diyerek) ağzına gelen her küfürü sayarak kalitesini gösteren Azeri bayan (ne işle meşgul olduğunu gerçekten merak ettim ama sorma fırsatım olmadı maalesef...)... Kıssadan hisse, İstanbul sadece İstanbulluları değil, yabacı uyruklu insanları da saldırgan yapabiliyormuş (ya da İstanbul tamamen bahane, insanlar saldırganlaşmak için fırsat arıyorlar, bir nevi güç gösterisi)...

Sabah saat 11:00'de çıkmıştım evimden... Gece saat 22:50 idi İstanbulla vedalaşıp bavulumu hazırlamak üzere evimin kapısını girdiğimde.

İstanbul binlerce kilometre uzakta, ama anıları, yaşattıkları, kokusu, görüntüleri, sesleri, insanları hep yanı başımda, benimle, benim içimde...


30 Ağustos 2011 Salı

Klinik Psikologların Anaokullarında Ne İşi Var?

Bir süredir aklımda bu sorunun cevabını arıyorum. Kendimce verdiğim cevapların bazılarının çok acımasız olduğunu düşünüyorum bazen. Bu konuda bir şeyler yazsam, klinik psikologların düşmanlığını kazanır mıyım diye duraksıyorum. Bir yandan da hem iş verenlerin hem de hizmet alan velilerin bu konuda biraz daha bilgilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Klinik psikolog ne yapar, ne yapmamalı ya da eğitim psikoloğunun görev ve sorumluluklarını uzun uzadıya tartışmak değil amacım. Keza bunlar ve diğer alt alanlar arasındaki görev tanımları hakkında hala bir uzlaşma sağlanabildiği söylenemez. Hele ki ülkemizde en çok ben para kazanmalıyım kaygısından kaynaklandığını düşündüğüm Psikiyatrist-Klinik Psikolog-Psikolog-Psikolojik Danışman-Rehber Öğretmen-Sosyal Hizmet Uzmanı hiyerarşisine bir daldık mı çıkamayız alim allah... Bakın tam bu noktada dikkatinizi çekmek isterim: Bu hiyerarşide ne eğitim psikologları yer alır ne de diğer alanlarda çalışan psikologlar.

Bunun nedenini varın siz bulun...

Piyasada bu kadar çok rehber öğretmen, psikolojik danışman varken, ana okullarında klinik psikologlara iş vermenin göz boyamaktan başka bir şey olduğunu düşünmüyorum. Kaldı ki aslında bence bir tek okul öncesi kurumlarda değil tüm okullarda klinik psikologlar ancak destek ekibinde yer almalı. Eğitim psikologlarının ise bu noktada rehber öğretmen ve psikolojik danışmanlarla karıştırılmamasının gerekliliğini vurgulamakta fayda görüyorum. Uzun uzadıya bu ünvanları alabilmek için gerekli olan eğitimlerin arasındaki farkları yazmaya kalksam herhalde ortaya bir kitap çıkar.

Ancak benim açımdan en net görünen farklılık şudur ki rehber öğretmenler/psikolojik danışmanlar eğitim fakültesi çıkışlı oldukları için pedagojik formasyon (yani öğretebilme) alt yapısıyla mezun olurlarken eğitim psikologları (Türkiye’de durum farklı çünkü Türkiye çıkışlı eğitim psikoloğu sayısı çok az, onlar da eğitim fakültesi çıkışlı, ancak yurt dışında eğitim almışlar için durum farklı) psikoloji (yani alanda araştırma yapabilme) alt yapısıyla mezun oluyorlar. Eğitim Psikoloğu’nu bir nevi AR-GE ci, Rehber Öğretmeni’de uygulamacı olarak düşünebilirsiniz. Eğitim Psikoloğu daha çok öğrenme-öğretme sürecindeki (eğitim ortamı/strateji/metodoloji ağırlıklı) aksaklıklara odaklanırken Rehber Öğretmen Psikolojik Danışman daha çok öğrenci ve ailesinden kaynaklanan sorunlara odaklanır, bunun dışında koruyucu psikoloji çalışmaları yapar.

Klinik Psikolog okullarda peki ne yapar? Görevi ve eğitiminin alt yapısı icabı çocuklardaki eksiklikleri, bozuklukları, aksaklıkları ele alır. Bunları tedavi etmeye odaklanır.

Oysa ki okul bir tedavi yeri- bir klinik değildir. Bir eğitim kurumudur. Ve hangi gözle bakarsanız sistemin öyle işlediğini görebilirsiniz. Eğitimciler genelde bu çocuğun şu yönü kuvvetli bunu nasıl güçlendiririz, öğretmen acaba sınıfta neler yapsa da bu çocuk eğitime daha aktif katılabilir diye kafa yorarken, Klinik Psikolog, bu çocuk yaşıtlarına göre daha az öğreniyor acaba bilişsel bir aksaklık mı var? Bir teste mi tabii tutsak ya da acaba terapiye mi alsak? Nasıl tedavi ederiz de bu çocuk düzelir? Diye kafa yorar. Daha anlaşılabilir bir benzetme yapacak olursak Eğitim Psikologları bardağın dolu tarafını görmeye çalışırlarken Klinik Psikologlar bardağın boş tarafını görürler. (Her genellemelerde %5e kadar hata payı vardır malum. Bu benzetmedeki hatayı sağolsun bir meslektaşım bana hatırlattı. Özellikle Pozitif Psikoloji temelli bir yaklaşım kullanan Klinik Psikologları bu genellemenin dışında tutmak gerektiğini belirtme ihtiyacı doğdu böylece).

Bu yazıyı artık üşenmesem de yazsam diye düşünürken bugün twitter’da bir eğitim psikoloğu arkadaşım çok güzel bir söz re-tweet etmiş: “by garystager Gary Stager, Ph.D. The role of each school's pedagogista (learning theorist) is to help teachers understand what kids can do, not find deficits” (Türkçesi: Her okulun pedagogunun (öğrenme kuramcısı) görevi çocukların eksikliklerini bulmak değil, öğretmenlerin cocukların ne yapabileceklerini anlamalarına yardımcı olmaktır.)

Bu tweet’i doğru kabul edersek, okullarımıza klinik psikologları sokmamamız lazım. Ancak şu noktada klinik psikologların okullarda çalışmasına sıcak bakabilirim: eğer okullardaki psikolojik destek kadrosu genişse, hem psikolojik danışman hem rehber öğretmen hem de bir eğitim koordinatörü varsa, destekleyici hizmet elemanı olarak klinik psikologlar yer alabilirler. Onların da sadece çocuklarınpsikolojik değerlendirmeleri yapılırken aktif olmaları, okullarda terapi veya tedavi edici hizmet sunmamaları şartıyla...

Belki merak ediyorsunuzdur yaz tatili sonrası bir çok konu varken neden klinik psikologlara taktım diye. Bunun açıklaması olarak size bir arkadaşımın başından geçen bir yaşantıyı onun izniyle size aktarmak istiyorum. Kurum ve uzmanın kimlik gizliliğine saygı duyduğum için isim kullanmamaya özen göstereceğim bu anlatımımda...

Uzun senelerdir İstanbuL’da yaşayan Amerikalı bir psikolog arkadaşım 2,5 yaşındaki kızının gittiği kreşteki kurum psikoloğunun ona karşı negatif tutum beslediğini düşündüğünden bahsederken şunları söyledi: “Başlangıçta ben konduramıyordum, beni bilerek görmezden geldiğine, eğitim sürecine katmak istemediğine inanmak istemiyordum ama ne zaman eşimle bir toplantıya gittik, o farketti. Bu psikologun sanırım sana karşı negatif bir tutumu var diye beni uyardı.” Daha sonra arkadaşımın Türk olan eşine kurum psikoloğu “çocuğunuzun duygusal bir sorunu olduğunu düşünüyorum ve onu terapiye almak istiyorum. Ama terapiye annesiyle değil, onun en iyi arkadaşıyla gelmesi gerek.” demiş. Bu sözleri duyduktan sonraki ilk tepkim şu oldu: “iddia

ya girerim ki kurum psikoloğu klinik psikolog. Herhalde bir araştırma yapıyor ve denek ihtiyacı var. Yoksa ben hayatımda duymadım anne yerine annenin en yakın arkadaşının çocukla terapiye alındığı bir yaklaşım.” Bu tepkim sonrasında arkadaşım bana kızının dönemsel gelişim raporunu verdiğinde dehşetim ikiye katlandı.

Rapor hem eğitim koordinatörü hem de doktor ünvanlı bir klinik psikolog ve aile terapisti imzasını taşıyordu. Bir kreş tarafından 2,5 yaşındaki bir çocuğun gelişimi hakkındaki düşüncelerin yansıtıldığı raporun dili ise psikoloji bilgisi olmayan bir velinin anlamasına imkan olmayacak şekilde yazılmıştı. Aşağıdaki resimlerde raporlarda altını çizdiğim cümleler, veli olsam benim anlayamacağımı düşündüğüm şeyler. Bir de siz bakın, merak ediyorum bana hak verecek misiniz?

Raporda bahsedilen modellerin 2,5 yaş grubunun değerlendirilmesinde ne kadar uygun olduğu konusunda da bir türlü tatmin olamadım. Dikkat-Algı modeli yine içlerinde en ikna edici. Ama 2,5 yaşındaki bir çocuğun kişilik özelliklerinden önce kazandığı becerilerden bahsetmek bana daha doğru olurmuş gibi geliyor.

Eğer bu konunun uzmanıysam, bu kadar küçük yaştaki bir çocuğun kişilik yapısını eleştirirken ailenin dinamiklerinin çok iyi tanınması gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde raporda belirtilen ve negatif bir özellik olarak yaklaşılan “kuralcı ve detaycı” kişilik belki de ailenin istediği bir özelliktir: aile çocuğunu seçici bir elitlikle yetiştirmek istiyor olabilir.

Kanaatimce bu raporda yapılan bir diğer hata ise zihinsel yapılanma modeli başlığı altında bahsedilen kendini ifade edebilme ve duygusal gelişim düzeyinde kendini varetme (ki bu tam olarak ne demek hala emin değilim. Biri bana işevuruk tanımını yapabilir mi?) sorunu. Bu alanlarda zorlanma yaşadığı tespit edilen çocuğun değerlendirilmesindeki ölçütleri çok merak ediyorum. Eğer olur da bu raporu yazan psikolog şans eseri bu yazımı okursa ve benimle iletişime geçip beni aydınlatırsa belki yeni bir şeyler öğrenebilirim ben de. Aksi takdirde bu çocuğun değerlendirmesi yapılırken, güçlük yaşadığı tespit edilirken çocuğun iki dilli bir ortamda yaşadığının ve kendini ingilizce daha iyi ifade ettiği gerçeğinin göz ardı edildiğini; değerlendirme dilinin ve normlarının ise türkçe olduğunu düşünmekten kendimi alı koyamayacağım.

Yaz sezonunu kapatıp, yeni akademik yıla başlamadan önceki son yazımı bitirirken kısaca dikkat çekmek istediğim konuları özetlersem: özellikle okul öncesi kurumların okul psikoloğu seçimlerinde çok hassas davranmasının önemi, velilerin psikologlar tarafından verilen raporları onların içlerine sinene kadar sorgulamalarının gerekliliği, 0-6 yaş grubunda gelişimsel değerlendirme yaparken yıkıcı değil yapıcı olmaya özen gösterilmesi, kişilik gibi daha sonraki yaşantıda önem kazanacak dinamik yapılara odaklanmak yerine kazanılması gereken temel beceriler üzerinden değerlendirmelerin yapılmasıdır...

Tüm öğretmen, öğrenci, veli, anne-baba, akademik kadro ve destek hizmetlilerine başarı dolu bir 2011-2012 akademik yılı geçirmelerini dilerim...

12 Temmuz 2011 Salı

Hepimiz "Homo"yuz Peki Bu Korku Niye?*

Yaşam koşulları, sosyal yapı, kültürel dinamikler değiştikçe normlar da değişiyor. Normlar değiştikçe ruhsal patolojilerin tanı kriterleri de. Uzun uzadıya ruh hastalıklarının tanı süreçleri tarihine girmek istemiyorum. Zira uzmanlık alanım değil. Bu noktada vurgulamak istediğim şu ki devir değiştikçe insanlar, insanlar değiştikçe dünya, dünya değiştikçe yaşam, yaşam değiştikçe kabul edilebilir davranışların ölçütleri değişiyor. Wikipedia'nın dediğine göre eşcinsellik 1973 yılından sonra DSM'den, yani ruhsal bir patoloji olmaktan, çıkarıldı. Dünyanın git gide kutuplaştığı, nefret suçlarının sıkça baş gösterdiği, insanların, bırakın farklılıklara saygı göstermesini, farklılıklara tahammül etme eşiklerinin bile düştüğü, saldırganlığın, şiddetin, hoşgörüsüzlüğün doruklara ulaştığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bu kötü gidişata dur demek için sosyal sorumluluk projeleri yapılıyor, insanları bilinçlendirerek şiddetin önüne geçilmeye çalışılıyor.

Türkiye koşullarında yaşantıları çok göze batmasa da ayrımcılıktan, nefret suçlarından nasiplerini alan eşcinseller seslerini duyurmak için çeşitli sivil toplum örgütlerinin çatısı altında toplanarak seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Ancak seslerinin yeterli düzeye ulaşması biraz da eşcinsel olmayanların elinde.
Ayrımcılığı önlemek için ayrımcılık mağdurların çabaları yetersiz kalır. Ayrımcı olmayan ve ayrımcılık karşıtı olan herkes bu tip çalışmalara destek olursa gelecekte daha hoşgörülü bir topluma kavuşmak sadece hayal düzeyinde kalmaz.

Neyse lafı daha fazla uzatmayayım da sizlere bu konu hakkında yazmamın sebebi bir kaç etkinlikten bahsedeyim. Bunları homofobi karşıtı, insanları bilinçlendirmeye yönelik olumlu örnekler olarak düşünebilirsiniz.

Mayıs ayında Terrassa'da bulunan araştırma yaptığım okulun tüm velilere gönderdiği aylık bülteni okuduğumda beni hem çok şaşırtan hem de çok takdir ettiğim bir etkinliğin aylık plana eklenmiş olduğunu gördüm.
Okul öncesi ve ilkokul öğrencilerine yönelik hikaye anlatma etkinliğinin seçilmiş teması homofobi idi.

Maalesef dalgınlığıma geldiği için o gün okulda olduğum halde etkinlik saatinden önce oradan ayrılmış bulundum ve bu ilginç etkinliği izleyemedim. Bu yüzden içerik ve kullanılan metodoloji hakkında yorum yapamayacağım. Ancak okul kendi blogunda bu etkinlikle ilgili kısa bir yazı yazmış ve fotoğraf koymuş.
Bu blogda yazılanlara göre öğrencilerden Fiona'nın annesi bir dizi hikaye anlatmış.
Bu hikayelerde vurgulanan şey insanların cinsiyetlerinden bağımsız birbirlerini nasıl sevdikleriymiş. Yani, bir kadın ya da bir erkek aşık olurken hem kendi hem karşısındakinin biyolojik cinsiyetinden bağımsız olarak aşık olması farklı hikayelerle anlatılmış. Ve bu hikayeler aracılığıyla farklı aile yapıları hakkında konuşma fırsatı bulmuş çocuklar (geçmiş senelerde okulların birinde anneler günü ya da babalar günü kutlamak yerine aileler günü kutlama fikri öne sürülürken ailelerde iki anne veya iki baba olabileceği de vurgulanmıştı).
Bu etkinlikle sevginin cinsiyetten, cinsel tercihlerlerden ve cinsiyet kimliğinden bağımsız olduğu, ebeveynlerin çocuklarını her zaman, her durumda sevdikleri mesajı verilmiş.

Türkiye'deki okullarımızda düşünebiliyor musunuz bir anne ya da baba gelsin çocuklara eşcinsellerin bayrağı altında böyle bir etkinlik yapsın ve okul da bunu eğitim planına dahil etsin. Bana maalesef bir ütopya gibi geliyor. Geleneksel aile yapısında büyüyen ve ilerleyen süreçte eşcinsel olduğunu farkeden çocuklarla bu tip etkinlikler eşliğinde büyümüş anlayışlı ve koşulsuz seven ailelerin bir üyesi olarak yetişmiş ve eşcinselliğini farketmiş çocukları bir düşünün. Siz çocuğunuzun hangi gruptan olmasını tercih ederdiniz? Benim cevabım şu yönde: eğer çocuğunuzu koşulsuz seviyorsanız, sizin için her şeyden önce onun mutluluğu geliyorsa bu tip homofobi karşıtı etkinlikleri desteklemelisiniz. En mutlu çocuk şüphesiz ki kendisiyle her anlamda barışık olan çocuktur.

Ricky Martin, bazılarınızın hatırlayacağı gibi, meşhur olduktan seneler sonra, çok kısa bir zaman önce eşcinsel olduğunu duyurdu kamuoyuna. Oprah ile yaptığı söyleşide aslında en baştan beri kendisinin gay olduğunu bildiğini ancak ilk aşkı olan adam yüzünden çektiği acıdan sonra kadınlara yöneldiğini ama en sonunda kendisiyle barışıp cinsel kimliğine sahip çıkmaya karar vermesine kadar geçen süreci tüm içtenliğiyle açıklıyor.

Ricky Martin 15-16 yaşlarımda aşık olduğum pop ikonu, ispanyolca öğrenmeye başlama sebebimdi. Gay olduğunu bundan 15 sene önce açıklamış olsaydı da benim bu gerçeğim kesinlikle değişmezdi.

Kamuoyuna gay olduğunu duyurduktan sonra çıktığı dünya turunun Avrupa ayağının ilk konseri Türkiye'de yapıldı. Belki izleyenleriniz olmuştur. Ben o tarihlerde Barselona'da olduğum için İstanbul ve Bursa konserlerini kaçırdım. Ancak tahmin ediyorum ki barkovizyon gösterileri ve iki versiyonlu olan şarkıları İngilizce gösterilmiştir. Şanslıydım ki Musica+Alma+Sexo (Müzik, Ruh, Seks) turunun İspanya ayaklarından biri olan Barselona konserini yakalayabildim.


Konserin yapıldığı mekanın kötü koşullarına rağmen bir ara ne yapacağımı şaşırtacak kadar hareketli, kıpır kıpır bir deneyimdi benim için. Bir ara video mu çeksem, dans mı etsem, ricky martin'i mi izlesem dansçılarını mı, karar veremedim... Konserin benim için en unutulmaz anı dansçılardan birinin çocukluk resimleri eşliğinde onun eşcinsel oluşunu farketme sürecini anlatan barkovizyon gösterisinin altında o dansçının dans ettiği sahneydi. Maalesef o sahneyi kaydedemedim ama youtube sağolsun en azından ingilizce versiyonunun kısa versiyonunu bulabildim (barkovizyon yerine dans çekilmiş ama arkafonda anlatılanlar daha önemli zaten).


Barkovizyon gösterisinin başında 8 yaşındayken ağırlık kaldırmaya başladığını, daha sonra bunu sevmediği için bıraktığını anlatıyor bu danscı. Daha sonra dans etmeye başladığını dansa başlamaya karar verdiğinde babasının ona "sadece gay olmamaya dikkat et" dediğini vurguluyor. Barkovizyonun sonunda ise (yukarıdaki video'da da duyacağınız gibi) "baba ben gayim dans benim tutkum, ben kim olduğumu biliyorum, ben bir gayim diyor " bu dansçı.

Ricky Martin, bu konser dizinde gösterilen barkovizyonlarla insanlar üzerinde farkındalık yaratmak istiyor ve bence bunu da başarıyor. Keşke Türkiye'de de sanatçılar bu kadar cesur olsa da konserlerinde böyle mesajlar veren görsel şölenlere yer verseler. Mesela (her ne kadar eşcinsel olduklarına dair resmi bilgi olmasa da) benim adaylarım Tarkan ve Cem Adrian. Onlar ister eşcinsel olsunlar ister heteroseksüel eminim ki onların fanı olan, konserlerini kaçırmayan takipçileri onlara her türlü desteği vereceklerdir.

Eğer etrafınızda homofobik insanlar varsa onlara korkularının neden kaynaklandığını bulmalarında yardımcı olun. Homofobi karşıtı etkinlikleri destekleyin, insanları bilinçlendirin, çocuklara hayatta farklı olasılıkların da olduğunu göstermeye ve kendileriyle barışık büyümeleri için her türlü desteği vermeye hazır olun... Türkiye'deki sosyal ve kültürel yapı değişmese bile belki tek tek de olsa insanlar bu gerçekliğe karşı olan duruşlarında biraz yumuşarlarsa güzel bir gelecek için hala umut var demektir...



*Hala homo kelimesini duyduğunuzda irkiliyorsanız, öncelikle anlamını öğrenmeniz gerekiyor demektir. Buraya tıklayarak bunu yapabilirsiniz.

** Eşcinsellik ve homofobi ile ilgili ilginç bağlantılar



5 Haziran 2011 Pazar

Bir Umuttur Yaşatan...



Son günlerde içimden sürekli tekrarladığım iki cümle var. Kendimi telkin etmede işe yaramasını umduğum: "Bir umuttur yaşatan doktora öğrencisini." "Bir tek dileğim var: Mutlu olayım yeter."
Hayatın hızlı akışında sürüklenirken, saatlerin, günlerin, ayların, yılların korkutucu bir telaşla sizi pas geçmesi sırasında umut ve mutluluk kavramları insana olduklarından daha soyutmuş gibi geliyor. Sanki bir varmış bir yokmuş gibi. Sürekli mutluluk imkansızmış gibi, umutlarına hayallerine sımsıkı sarılmak kendini kandırmakmış gibi...

Ne zamandır umut (Hope) ve pozitif psikoloji hakkında bir kaç satır karalamak istiyorum buraya. Nedense hep bir şeyler beni alı koydu. Oysa ki bu konuda yazarsam, içimdeki ağırlık bir nebze hafifler diye hissediyor(du)m. Kendi kendimi sabote edermişcesine sürekli bir erteleme durumu...

Bu aralar yine hayal kırıklıklarımın arttığı, beklenmedik kararlar alma durumlarıyla karşılaştığım, sistemimin sürekli hata verdiği, nasılsın sorusuna bir iyiyim bir kötüyüm dediğim bir dönemdeyim. Sabahları erkenden uyanıp, uykulu uykulu yola koyulabiliyorsam her gün içimde kalan umut kırıntılarına sımsıkı yapışmamdan dolayıdır. Sanırım ben mutsuzken daha umutlu oluyorum. Çünkü mutluyken umutlarımın çok da farkında değilim.

Mart ayında gittiğim Psikoloji ve Eğitim kongresinin en tartışmalı konuşmalarından birini İsrail Tel-Aviv Üniversitesini temsilen katılan Prof. Malka Margalit yaptı.
Daha çok yeni çıkan kitabının bir tanıtımı gibi olan "Pozitif Psikoloji Perpektifinden Çocuklarda Esneklik (resilience), Yalnızlık (loneliness) ve Umut (hope) başlıklı konuşmasının en çok tartışılan noktası İsrail gibi sürekli çatışmalarla dolu bir ülkede özellikle Filistinli öğrencilere umut aşılamak için ne gibi müdahaleler yapılabileceği hakkında hiç bir somut öneri getirmemesiydi. Ben de konuşmasında inanç konusuna değinmemesini yadırgadım. Umut ve inancın birbirleriyle sıkı bir ilişki içinde olduğunu düşündüğüm için sanki sunumda önemli bir ayrıntı atlanmış gibi geldi.

Pozitif psikoloji konusuna çok temkinli bir noktadan bakabiliyorum ancak. Bir yandan özellikle klinik psikolojinin hep bir eksiklik, hastalık, bozukluk arayan bakış açısını eleştirdiği için hoşuma giderken, diğer bir yandan da acaba fazlaca polyannacı bir eğilim mi diye içimde şüpheler uyandırıyor.
Prof. Margalit konuşmasında pozitif psikolojiyle ilgili olarak mutluluğu yakalamak için "istisnai" insanların "özel" durumlarına değil gündelik yaşamın "büyüsü"ne bakmamız gerektiğini söyledi. Bazen hayatımızı değiştirmek için işaretler ararız, ancak aslında bu işaretler günlük hayatımızın her anında yanımızda olan küçücük şeyler olabilir. Bu yazının asıl konusunun umut olmasından dolayı pozitif psikoloji konusunu şimdilik burada bırakırken konu hakkında biraz daha fikir sahibi bilen, ingilizce anlayan okuyucularımın şu linke bir göz atmasını ve linkteki videoyu izlemesini tavsiye ediyorum.

Pro. Margalit sunumuna şu soruyla başladı: Çocuklara nasıl umut aşılarız ve onların notları bu aşılanan umutla nasıl yükselir?

Sunumun kilit kavramları umut, yalnızlık, tutarlılık duygusu idi. Günümüzün teknolojik imkanları sayesinde insanlar sosyal ve sanal ağlarla birbirlerine daha bağlı görünseler de çocuklar kendilerini yalnız hissettiklerini dile getirebilirler. Özellikle ergenlik döneminde akran grupları hem risk (anti-sosyal davranış) hem de koruyucu (sosyal destek, aidiyet duygusu, kimlik) özellikleri taşıyabilirler. Bu kuram, "hiç kimse tamamen yalnız değildir" varsayımının geçerli olduğunu kabul eder. İki uçlu bir boylamdan bakınca bir uçta yalnızlık diğer uçta bağlılık (connectedness) yer alır. Bu bakış açısından Yalnızlık kavramı şöyle tanımlanır: İzole olma durumu DEĞİLDİR, Hayal Kırıklığı yaşamışlık, Tatmin Olmama durumudur. Varoluşsal Yalnızlık ve Temsili Yalnızlık olarak iki farklı yalnızlıktan bahsedilebilir.

Yalnızlık, diğerlerinin sizin nasıl hissettiğiniz hakkında ne düşündükleri DEĞİL, sizin kendinizi nasıl hissettiğinizle ilgilidir. Yani yalnızlık, bir bireyin kendi duygusu üzerine yaptığı kişisel ve öznel bir değerlendirmenin sonucudur. Temel psikolojik ihtiyaçlardan ilişkili olma ve yakınlık kurma ile ilgili tatminsizlikler yaşar yalnız olan insan.

Fiziksel yalnızlıkla (solitude) duygusal yalnızlık (loneliness) arasında da bir ayırım yapmak gerekir bu noktada. Fiziksel yalnızlık pozitif bir durumdur. Anne babaların yaptığı yanlışlardan biri de çocuklarını fiziksel yalnızlığa alıştırmamalarıdır. Çocuklar televizyon ve bilgisayar karşısında büyüyürlar ve artık kendileriyle yalnız kalıp kendilerini tanımak için vakit bulamıyorlar.

Umut kuramına göre yaşanılan zorluklardan kurtulmak için her zaman bir çıkış yolu vardır. Kötü şeyler çok hızlı gerçekleşir ancak umut çok zor kaybedilir. Umut, hayat hakkında nasıl düşündüğümü etkiler. Yapılan çalışmalarda öz algıların, akademik başarının, duyguların, sağlığın, spor yapmanın ve yaratıcılığın umut ile doğru orantılı bir şekilde arttığı bulunmuş. Sadece stres ile umut arasındaki ilişkinin biraz daha farklı olduğu, stresin umut arttıkça da azaldıkça da artıp azalabildiği gözlemlenmiş. Akademik başarının yükselmesinin ise yalnızlık duygusu azalmasına, tutarlılık duygusu ve umudun artmasına bağlı olduğu söylenmektedir.

Sonuç olarak yalnızlık ve umut aile içinde başlar. Umutlu ve kendisini yalnız hissetmeyen çocuklar, ailelerine yakın ve bağlı olan ancak özgürlük/bağımsızlıklarının, uzaklıklarının, kişisel sınırlarını aileleriyle uzlaşarak özerkliklerini elde edebilen bireylerdir.

Mutluluk başka insanlarla paylaşılan anlardadır diye anlatıyor aşağıdaki videoda... Ancak şu noktayı da unutmamak gerek. Kendi kendisiyle, tek başınalığıyla, fiziksel yalnızlızlığıyla mutlu olamayan bireyler, başka insanlarla paylaştıkları anlarda yakaladığı mutluluğun kölesi olurlar yani bir nevi başkalarına bağımlı insanlar olarak yaşarlar...