Tatil için Türkiye'ye gitmeden önce içimi hep bir heyecan kaplar, aklıma hep güzel şeyler gelir. Bir kaç hafta öncesinden tatilimi planlamaya çalışırım. Her seferinde, "bu sefer ordan oraya koşturmayacağım, evimde dinleneceğim, rahat rahat kitabımı okuyacağım, dizilerimi izleyeceğim" derim, ama tatil sonunda yaptıklarıma dönüp baktığımda arkamda hep bir yorgunluk ve koşuşturmaca bırakırım. İstanbul'un hızlandırılmış hayatı beni de sarmalar.
Barcelona gibi insanların minimum stres düzeyi ile yaşadığı bir şehirden İstanbul gibi haralı güreli bir şehre geldiğimde bu farklılaşmayı daha pasaport kontrolünden geçmeden anlıyorum. Uçaktan iner inmez memleketimde gördüğüm insan manzaraları bana bir daha hatırlatıyor ki Türkiye başka bir dünya.
Mesela bir gelişimde, havaalanının bayan tuvaletlerinden birinde yurdum insanı sigarasını tüttürüyordu, yasak masak umrunda olmadan, memleketimde değil miyim istediğimi yaparım diye kendi kendine söyleniyordu yasağı çiğneyen kahramanımız. Ne de olsa Türkler için yasaklar çiğnenmek içindir. Bu olaydan hemen sonra pasaport kontrolü sırasında bir amca çakallığını kullanarak öne kaynamaya çalışırken önüne geçmeye çalıştığı orta yaşlı genç adamla fiziksel kavgaya girişiyordu. Türk milleti değil miyiz, sabırsızız, diğer yandan da hakkımız yeniyorsa bunu engellemek için küfüre veya kaba kuvvete başvururuz.
Bu olaylardan sonra nihayet havaalanından dışarı çıktıktan sonra arabayla daha 5 dakika bile gitmemiştik ki ölümcül sonuçlu bir trafik kazasına şahit oldum. Artık kaza yapan kişi ehliyetini kasaptan mı almıştı, aracı alkollü mü kullanıyordu bilemiyorum ama bomboş yolda aşırı hız yüzünden meydana gelmiş bir kaza görünümündeydi.
İşte bu üç olayı, İstanbul'a inmemden hemen sonra, 1 saat içinde üst üste yaşadığımda kendi kendime "İstanbul'una hoşgeldin" dedim. Artık bu farklı dünyaya göre kendimi kurmam gerektiğini kavramıştım.
En son gelişimde de çok farklı bir manzarayla karşılaşmadım: gayet nezih bir restoranda yemek yerken iki yan masamda oturan gruptaki bir adam ne diyorsun sen terbiyesiz diye garsonun üzerine uçtuktan sonra başka biri o adamın kafasında bardak kırdı, daha sonra başka biri de "sen benim kim olduğumu biliyor musun?"culuk yaptı. Ortalık sakinleştikten sonra bile yanımda benimle yemek yiyen arkadaşım sakinleşemedi, çünkü ne de olsa insanlar dürtüseldi, eve gidip tabancasını alıp mekana geri döndükten sonra rastgele ateş açarak birilerini öldürebilirdi. Bu olaydan iki üç gün sonra haberlerde yol verme kavgası yüzünden bir gencin önce dövüldüğü ondan sonra da vurularak öldürüldüğü gösteriliyordu.
İstanbul'un en büyük sorunu bence hala trafik. Metrobüs güya trafiği biraz rahatlatacaktı, ancak bunu projelendiren üstadlar sanırım insan yoğunluğunu pek hesaba katmamış olacaklardır ki ne zaman yolum metrobüsten geçse bir alt alta üst üstelik durumu söz konusu. Kuşkusuz şehrin merkezine uzak oturan kişiler için bir kurtarıcı oldu bu sistem. Ancak bazı ilçelerde oturan kişiler için işkenceden farkı kalmadı. Bu toplu taşıma sisteminin diğer bir sonucu da varoşlarda yaşayan kesim ile orta sınıfın (orta ile üst sınıfta kalanlar da dahil) buluşması oldu bence. Kuşkusuz bu durum özellikle orta sınıfa mensup kullanıcılara rahatsızlık verdi (ve halen veriyordur sanırım).
Bu örnekler haricinde aslında daha çok şey var bana Türkiye'ye geldiğimi ve İstanbul yaşamına ayak uydurmak için kendimi değiştirmem gerektiğini bana hatırlatan. Barcelona'ya geri dönerken kendimce çıkardığım sonuçlar ise sorunları çözebilmek için öneri getirmekten çok "neden böyleyiz biz"i sorgulamamı tetikleyen şeylerdi:
1- Türkiye'de insan hayatının değeri yok. Her an, beklenmedik bir şekilde hayata gözlerimizi yumabiliriz. Bu yüzden zaman insanlar için çok değerli. Bu da insanların sabırsız olmalarını tetikleyici bir unsur olabilir. İspanya'da ise durum tam tersi, insan hayatı uzun, ölüm riski az, zaman bol. Durum böyle olunca insanların zaman içinde yaşadıklarını kaygısızca, keyifle, ağır kanlılıkla yapması doğal.
2- Türk insanı derdini kelimelerle ifade etmeyi tercih etmiyor. Çözümü bağırarak sesini duyurmaya çalışmakta, küfür ederek üstünlük sağlayabileceğini düşünmekte ve kaba kuvvet kullanarak sorunu yok edeceğini sanmakta arıyor. Kitap okumayan, kelime haznesi kısıtlı olan, dinlemeye ve dinlenilmeye alışmamış bir toplum için bu tip dürtüsel davranışlar kaçınılmaz. Benim sorguladığım ve halen cevabından emin olmadığım nokta ise şu: Bu orta asyalılıktan bize kalan bir özellik mi, yoksa eğitim eksikliğimi?
3- Yukarıdaki madde de sorduğum sorunun cevabı ne olursa olsun sonuç olarak eğitim şart. Sabırlı olmak, tolerans gösterebilmek, empati kurabilmek, problem çözme becerileri öğrenilen davranışlardır. Bunların kazanılması da akademik(ya da bilişsel gelişim) merkezli bir müfredatla değil, daha hümanist (sosyo-kültürel/psikososyal gelişim merkezli) bir müfredatla mümkündür. Mevcut eğitim sistemimizde de sanırım bu tip müfredatların daha etkin bir şekilde uygulanabildiği alan okul öncesi eğitimdir. Bu nedenle de okul öncesi eğitim oranı yükselmelidir.
4- Türkiye'de hoşgörülülüğümüz, kültürel çeşitliliğimiz ile övündüğümüz günler artık geride kalmıştır. Bunu kabullenerek işe başlayıp "ötekileştirdiklerimiz" i "biz"leştirmek için neler yapabiliriz bunu düşünmeye başlamalıyız...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder