17 Aralık 2013 Salı

Yeni Dünya'dan Notlar: Unuttuklarım ve Öğrendiklerim

Amerika'ya ilk gittiğimde daha 16 yaşındaydım. Bilmediğim bir kültürde, bilmediğim bir ailenin kızı olmak ve onlarla bir Amerikalı gibi yaşayarak senelerce beraber okuduğum arkadaşlarımdan ayrılıp, onlar gibi ÖSS maratonuna hazırlanmak yerine,  lise hayatımın en kritik dönemini orada geçirmek için gitmiştim.

11 ayın sonunda döndüğümden bu yana o yılla ilgili hatırladıklarım ne kadar çok kilo aldığım, Türkçe konuşmayı unuttuğum, yalnızlığımdan keyif almayı öğrendiğim, zor koşullarda ayakta kalmayı başarabildiğim ve çok kültürlü bir ortamda nefes almanın insanı ne kadar zenginleştirdiğiydi. Gittiğim yer Seattle'a yakın, yani Amerika'nın kuzey batı ucuydu. 11 ayda tüm batı yakasını ve biraz da iç eyaletleri gezme tanıma şansım oldu.

İkinci gidişim ise bir mesleki değişim programı sayesinde oldu. Bu seferki durağım mid-west'ti. Bir nevi Türkiye'nin iç anadolusu gibi... 1 aylık program sırasında farkettiklerimden ilki sosyal hizmetler alanında çalışacak olsam evsizlerin barınaklarını tercih etmeyeceğim oldu. 7 kişilik Türk grubumuzun en küçüğü, tek psikoloğuydum.


Grup içinde programı en çok eleştiren kişi olduğum için başlarda çok tepki çektiğimi hatırlıyorum. Ama sonradan grup üyelerinin içindeki "ben"i çıkardığımı. Farkettim ki eleştirel bakışı dillendirmek biraz cesaret istiyor çünkü insanlar eleştirileri çoğunlukla yıkıcı olarak anlama eğiliminde. Grup dinamiklerini anlamak ve bu dinamiklere göre davranmak ise yurt dışında gerçekleştirilen uzun soluklu programlar için kilit bir beceri. Ben her ne kadar mid-west ile west arasındaki farkı hemen anlayamamış olsam da, Amerikalı annemin beni ziyarete gelmesi ve Seattle ile Cleveland'ı karşılaştırmaya başlamasıyla farkındalıklarım arttı. Bu programda beni en çok etkileyen kişi ise 68 kuşağının canlı örneği Michael'di. Kendisiyle daha sonra da bir süre iletişimde kalabildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum.

Üçüncü gidişim ise geçen ay gerçekleşti. Barselona'dan ayrılma, İstanbul'a temelli geri dönüş yapma öncesi biraz kafa dinleme, biraz aile saadeti, biraz alışveriş, biraz da bakalım Amerika'da oyun üzerine neler yapılıyormuş göreyim niyetiyle Mid-West'te bulunan Indiana eyaleti'nin Eğitim Fakültesiyle meşhur Indiana University'nin hayat verdiği Bloomington kasabasında 23 gün geçirdim, ama yolum maalesef eğitim fakültesine değil, Psikoloji Bölümüne ve İşletme Okuluna düştü.



23 gün boyunca anılarımı beynimin raflarından çıkardım, neleri unutmuşum, neler aynı kalmış, neler farklı, neler yeni günler geçtikçe kısa notlar aldım. Araba kullanma fobim yüzünden yaşayamam dediğim Amerika, 23 gün sonunda "araba kullanmaya başlarsam yaşamayı düşünebilirim" kıvamına getirdi beni. İkinci gittiğimde gördüğüm anaokullarının aksine tam benlik okul öncesi eğitim kurumları görmem, ve bir e-maille 3ü okul biri halk kütüphanesi diğeri çocuklar için bilim müzesi toplam 5 kurumun bana kapılarını açması beni hem şaşırttı hem sevindirdi. Maalesef araba kullanamam -3 derecede yaptığım gözlem dönüşü yürüşlerinde üşümeme ve 2. okula gözleme gittikten sonra yataklara düşmeme sebep olduğu için 3. okula gidemedim ama orasını listeme koydum. Belki yakın zamanda Bloomington beni yine çağırır kendine.

Blogumun konsepti gereği gezdiğim, gördüğüm turistik yerleri, yediğim yemekleri anlatmak yerine yaşamla, kültürle, eğitimle ilgili gözlemleri sizlerle paylaşmak istiyorum bu yazımda.

- Sonbaharın renklerini, mahalledeki ağaçların arasında cirit atan sincapları, doğayla kucak kucağa yaşamayı, ara yolda giderken bir geyiğin hoplaya zıplaya karşıdan karşıya geçerken yolunumuza çıkabileceğini, yolda kedi yerine kirpi ölüsü görebileceğimizi unutmuşum. Uzun zamandır betonarme büyük şehirlerde yaşadığımdan mı, iklim ve bitki örtüsünden mi bilemiyorum ama sonbaharla birlikte rengarenk olan ağaçlara ben aşık oldum. Uzun zamandır doğadan ne kadar uzak kaldığımı farkettim.

- Dışarıda yemek yeme opsiyonlarının çoğunun pizzacı ya da hamburgerci olması biraz canımı sıkmadı değil. Dünya mutfağı da vardı ama Türkiye'deki seçenek çokluğu en azından Bloomington'da yoktu. Özellikle kola ve türevlerini free refill olmasını özlemişim. Yalnız restoranlarda koladan çok pepsi vardı, bunun sayesinde pembe limonatayı keşfettim. Yine de ilk ziyaretimden bu yana favorim hala Mountain Dew. Yiyecek ve içecek boyutlarının devasa olduğunu eklemeden geçmemek lazım. Özellikle cuma ve cumartesi gecesi iyi restoranlarda yemek yemek istiyorsanız 1-2 saat kuyrukta beklemeyi göze almanın gerekeceği hiç aklıma gelmemişti. İspanya saatine alışkın midem gece 9dan önce acıkmazken babamın doğum günü için saat 18:30'da bir restoranda kuyruktaydık. 19:30da oturabildik. Tabii ki tabağımın yarısını doggy bag olarak aldık. Asgari ücret olarak saati 2 dolar 30 cent alan garsonların maaşlarını arttırmak için bel bağladıkları bahşiş sistemi yüzünden garsonların 10 dakikada bir masamıza gelip "Is everything alright?" diye sormalarından çok rahatsız olduğumu hatırladım. Katalan kültüründe garsonlar ne bahşiş bekler (ki beklerlerse daha çok beklerler) ne de yemeğiniz boyunca zırt pırt gelip yemek zevkinizi sekteye uğratırlar. Amerikalı garsonların bahşiş uğruna, meslek icabı takındıkları sahte samimiyet benim hiç hoşuma gitmiyor açıkcası.

- Tüketim toplumu olmasından kaynaklanan bir kupon ve alışveriş çılgınlığı olduğunu unutmuşum. Sıkılınca değişiklik olsun diye gittiğimiz Wal-Mart'ta 1 saatten az zaman geçirip çıktığımızı hatırlamıyorum. Çoğu zaman bir şey almak için onlarca marka arasından hangisini seçsem diye karar vermekle geçiyordu. Yalnız sebze ve meyve (muz hariç) çok pahalıydı, et çeşitleri bile daha ucuzdu diyebilirim. Sevdiğim kırmızı elma çeşidinin hangi olduğunu anlamak için 10 dakikamı verdiğimi biliyorum. En basit mısır konservesini bile bu marka-çeşit karmaşası yüzünden yanlış çeşitini aldıktan sonra bu ne alacağıma karar verme sürem daha da arttı. Dev marketlerdeki bu kadar çeşitliliğe rağmen benzinliklerde maden suyu bulmanın imkansız olduğunu tastikledik. Meyve aromalı gazlı sularla idare etmek zorunda kalabilirsiniz, haberiniz olsun. 24 saat açık olduğu için bir gece 12den sonra gittiğimizde alışveriş eden herkesi pijamalarıyla görmek de başka bir eğlenceliydi. Amerikalıların rahat insanlar olması hoşuma gitti. Ayrıca Avrupa genelindeki pazar günleri her yer kapalı olur alışveriş yapılmaz mantığının Amerika'da olmadığını hatırladım, sevindim. Böylece pazar günleri soğuk havada dışarı çıkmak için bahanemiz oldu.

- İndirim kuponu demişken, eğer Amerika'daki online bir siteden alışveriş yapacaksanız mutlaka googledan indirim kuponu aratın. Ben bu sayede oyuncaklarımı %20 daha ucuza aldım.

- İkinci el kıyafet merakınız varsa bunu Goodwill ve Kullanılmış ama Vintage olarak ayırmakta fayda var. Zira Vintage olarak satılan şeylerin fiyatları yenileriyle başabaş.

- Eğitim sisteminde öğrencilerin hala ırklarına göre ayrıldığı ve ırkçılığın sistem içerisinde varlığını koruduğunu farkettim. Belki buna ülke genelinde değil, eyalet özelinde bakmak lazım. Indiana eğitim sistemiyle ilgili bir dergide gördüğüm non-white % verisi tüylerimi diken diken etti.


- İkinci el kitapların neredeyse bedavaya satılması bir ara kendimi kaybetmeme neden oldu. Halk kütüphanesinin içindeki bookstore'dan 50cent'e aldığım çocuk kitaplarını amazonda 17 dolara gördüğüm oldu. Half Price Books ise vaktim olsa hiç çıkmayacağım bir yerdi. Ama burada kitaplar 1-2 dolar civarındaydı.

- Üniversite ve halk kütüphanesi sayesinde kültürel etkinliklerin olmasına rağmen bu çeşitlilik Barselona'nın sundukları karşısında sönük kaldı. Yaşayanların hayatı genelde alışveriş-spor-din üzerine kurulu dersem abartmış sayılmam sanırım. Özellikle küçük kasabalarda en dikkat çekici yapılar kiliseler ve küçücük bir kasabada bile onlarca farklı mezhebin farklı farklı kiliseleri, tapınakları, ibadet yerleri var. Ben en çok Bloomington'daki Mongolian Budhist Tapınağını beğendim. Yolunuz Bloomington'dan geçerse uğramadan etmeyin.

- Arabanız yoksa hayatın çok zor olduğunu, çoğu zaman ekmek almak için bile arabaya ihtiyaç duyacağınızı öğrendim. Büyük şehirdeyseniz ise de arabanız varsa otoparklara bir servet bayılabileceğimizi... Aslında kaldığımız yerde yarım saatte bir otobüs vardı ama o soğukta otobüsle gitmek istediğiniz yere ulaşsanız bile dönebileceğinizden emin değilim. Her ne kadar gittiğim yerlerde toplu taşıma sistemini denemeye can atsam da 23 gün boyunca hiç toplu taşıma kullanmadım. Bir çok yere yürüyerek gitmeye çalıştım ve gördüm ki caddelerde benden başka yürüyerek bir yerden bir yere giden yok. Eh tabii -3 derecede çok akıllıca bir iş sayılmaz. Vücudum 3 gün dayanabildi. Ama yürüyüşlerim sayesinde Bloomington'da kendime bir cadde beğendim. Orada yaşıyor olsaydım Adopt a Road Programı  kapsamında Walnut street'i gözüme kestirmiştim. Walnut Street benim caddem. Boydan boya yürüdüm diyebilirim. Ne ararsam da buldum...

- Bu kez ilk defa dikkatimi çekti. Etraftaki bütün arabaların görünüşte bir hasarları vardı. Öğrendim ki araba tamirleri çok pahalı olduğu için, özellikle kış aylarında soğuk havaların da etkilemesiyle arabaların boyaları zarar görebiliyormuş. Kimse arabalarındaki vuruklara, çiziklere aldırış etmiyor, görselliğe pek takılmıyorlar. Lastik şişirmenin bile parayla olmasından dolayı onlara hak vermedim değil.

- Amerika'da bu sefer ilk defa beni Fransız sandılar. Hem de sadece görüntümden dolayı. Gittiğimiz turistik bir yerde kaybolduğumu düşünen bir görevli 100 metre ileriden Fransızca bir şeyler bağırdı. Bunun dışında başka yerlerde Fransız mıyım diye soruldu. Barselona'da da bu soruyla çok karşı karşıya kalmıştım. Amerika'da farkettim ki Fransız mısınız diye sormak aslında "Siz Avrupalısınız" "Bizden Farklı Görünüyorsunuz" anlamına geliyor, yoksa sizin aksanınızın farklı olması kimsenin umurunda değil. Hele de etraf anlaşılması zor bir aksanla konuşulan uzak doğulularla doluyken...

- Sokaklarda tanımadığınız kişilere selam vermek, günaydın nasılsınız demek kültürün bir parçasıdır. Bunu zaten biliyordum, unutmamıştım, size de hatırlatmak istedim. Amerikan İngilizcesi 101 dersinin girişi Thank You, Please ve Excuse me üzerine olmalıdır ve bu kelimeleri sürekli, fütursuzca kullanmalısınızdır. Thank you note'ları kültürün önemli bir parçasıdır. Gözleme gittiğim her kuruma Türkçe Kitap ve Yeni Yıl Tebriği yollayarak Thank You görevimi de yerine getirdiğimi gururla yazmak istedim buraya.

- İnsanların yaşadıkları yerlerin kulübe olması benim çok hoşuma gitti. Daha önceki 2 gidişimde ailem olan kişilerin yaşadıkları yerler daha villa tipiydi. Kulübeler dışardan bana çok samimi geldi.


- Amerika'nın bir özgürlükler ülkesi değil bir kurallar ülkesi olduğunu ve kurallara uymamanın aklınızdan geçmemesi gerektiğini hatırladım. Normalde sağ duyu ile hareket ettiğinizde zaten yapmayacağınız şeyleri bile gözünüze sokmak, aklınızdan çıkarmamanızı sağlamak için her yerde hatırlatma ve uyarı levhaları görmeye hazır olun. Mesela ben unutmuşum, pasaport kontrolünden geçene kadar cep telefonlarını açmak yasakmış. Allahtan cep telefonuyla yapışık yaşayan bir insan değilim, ancak uçak yere dokunur dokunmaz cep telefonunu açan sabırsız insanlar bu konuda dikkatli olmalılar. İç mekanlarda sigara içmenin yasak olması doğal geliyordu ama bir de gördüm ki gittiğimiz bir casino'da içerde sigara içilen bölüm vardı, hem kumar oynayıp hem sigara içebileceğiniz. Bunu çok yadırgadım. Daha önce hiç farketmediğim diğer bir detayda restoranların kapısında kapının x feet uzağına kadar sigara içmek yasaktır uyarılarının bulunmasıydı. Bu uyarıları okurken feet, inch, fahrenheit gibi metrik olmayan ölçü birimlerinin benim için ne kadar anlamsız geldiğini ve kültürel farklılıkların yaşamın en basit alanlarında bile karşıma çıkabileceğini düşündüm. Sadece mil ve pound benim için anlamlı geliyordu, Amerika'da bir sene lise okumuş olmama rağmen...

- Amerika'ya gidecekseniz ya da oradaysanız sağlığınıza dikkat edin, yanınızda kutu kutu antibiotik götürün, eğere orada bir sigortanız olmayacaksa. Ağrı-sızı, nezle-grip ilaçlarının şeker niyetine albenili kutularda satıldığı ortamda 5 günlük doz antibiotiğe 35 dolar ödendiğini gördüm. Tabii antibiotiğe para verip alabilmeniz için doktora gitmeniz gerek. Doktorların da çok ucuz olmadığına eminim. Reçeteyi bile size vermediklerini, evinize yakın eczaneye elektronik ortamda gönderdiklerini gördüm. Hastane-ilaç sistemleri gerçekten bir garip bence.





- Kasım ayının Amerika'ya gitmek için ideal bir ay olduğunu keşfettim. Hem son bahar renkleri insanı çok etkiliyor. Hem Cadılar Bayramı'nın evlere, çocuklara, süpermarketlere ve hayata getirdiği neşeyi yaşıyorsunuz. Cadılar bayramı biter bitmez, Noel için süslenmeye başlanıyor etraf. Ayrıca alışveriş meraklıları için de black friday'i yakalama fırsatı doğuyor. Ben o günü 3 gidişimde de yaşamadım (ilk gittiğimde alışveriş yerine ailece şükran günü toplantısına gitmiştik).
- Son olarak 23 günlük yaşantımda farkettiğim en önemli şey networking'in çok çok ama çok önemli olduğuydu. Amacınız ne olursa olsun, o amacı gerçekleştirmek için kilit isimlere ulaşmanız ve o kilit isimler üzerinden başka bir çok kapının açılacağını yaşayarak gördüm. Abim ve eşinin önerisiyle gitmeden 1ay önce oyun ve öğrenme programı olan iki kurumla yazışmaya başlamıştım. Oraya gittiğimde kurumlardan birinde gönüllü koordinatörlüğü yapan kişi bana bir okul listesi, iletişim kurmam gereken isimleri ve kimlerin bana referans olduğunu bir kağıda yazıp verdi. Kağıttaki 3 okul da kim olduğumu bile sorgulamadan beni gözlemci olarak hemen kabul ettiler. 3 okulun 2sine gidebildiğimi belirtmiştim. Gittiğim tüm kurumların ortak noktası oyun odaklı bir program izlemeleriydi. Birinci okul şu ana kadar gördüğüm en kültürel olarak duyarlı, çok kültürlülüğü iliklerinize kadar yaşatan bir okuldu. İkinci okul ise hayatımda gördüğüm en demokratik olanıydı. Bir sonraki yazımda oradaki gözlemlerimden bahsedebilirim. Şimdilik beni izlemeye devam edin...



24 Ekim 2013 Perşembe

24 Ekim 2013 Öğretmenler Grevini Destekliyorum!

Bugün Katalunya'da öğretmenler greve gitti. Merkezde gezerken sarı T-shirtleriyle etrafta gezinerek diğer insanların da amaçlarının farklarına varmaları için çaba gösterdiler.

Peki Katalan Öğretmenler neden greve gitti? Cevabı Wert yasası. Konuyla ilgili yazdığım "
Katalanlar yeni eğitim yasasına neden karşı çıkıyor?" başlıklı yazıma eğitim tercihi web sitesinde, şu linkten ulaşabilirsiniz. 

21 Ekim 2013 Pazartesi

Çocuklar için Cennet bir Pazar Gününün Ardından...

İki buçuk ay öyle hızlı geçti ki, bu zaman dilimine 3 ülke, 2 makale, 1 kongre, tez raporu sığdı ve uzatma almamla sonuçlanan değerlendirme sonrası bir rehavet çöktü üzerime... Herkes Ağustos'ta bana iyi tatiller derken ben tatilimi, en azından ruhen, ekim ayında yapıyorum. Sanmayın ki yan gelip yatıyorum. Yine önümde bir çok kongre, bir çok seyahat, ziyaret ve bitmesi gereken bir tez var. Barselona'daki son ayımı mümkün olduğunca verimli kullanmaya çalışarak, özellikle haftasonu etkinliklerini kaçırmamaya çalışıyorum.

Bugün, yani 20 ekim 2013, Pazar günü 6 senelik Barselona geçmişimde ilk defa bu şehrin çocuklar için nasıl bir cennet olduğunu farkettim. Normalde pazar günleri İspanya'da her yer kapalı olur ve aile günü sayılır. İnsanlar öğleden önce sokaklara çıkmazlar. Yazdan kalma bir hava eşliğinde bugün ilk durağımız, geçmişte 150 saat staj yaptığım Casal dels Infants del Raval'in 30. yaş günü etkinlikleriydi. Buranın nasıl bir yer olduğunu merak ediyorsanız ve 150 saatlik stajımın bitirme uygulaması neydi öğrenmek istiyorsanız şu yazıya bir göz atabilirsiniz.


Bebeklerden genç yetişkinlere kadar geniş bir skalada etkinlikler organize ederek kutladıkları 30. yaş günlerinde, amaç hem buradan eğitim alan çocukların ve gençlerin ürünlerine görünürlür kazandırmak, hem de toplumdan destek almaktı. Zira özellikle dezavantajlı göçmen kesime hizmet veren bu sivil toplum kuruluşu gönüllülerin verdiği desteklerle eğitim etkinliklerini sürdürebiliyor bu kriz ortamında. 


Bu etkinlikte en dikkatimi çeken ve en çok hoşuma giden şey basitlikti. Fazla materyale ihtiyaç duymadan, organizasyonu fazla karmaşıklaştırmadan ziyaretçilerin katılımını kolaylaştıran oyunlarla kalabalığın ilgisini çekiyordu. Kriz ortamında oyun oynamanın gayet de mümkün olduğunu bir kez daha ispat etti bu etkinlik bana...

Günün ikinci etkinliği aslında ilki gibi şans eseri karşımıza çıkan bir etkinlikti (itiraf ediyorum Casal'in etkinliğini 48 Hours Open House Barselona Mimarlık etkinliği kapsamında Arc de Triomf'un tepesine çıkmak için sıra beklerken keşfettik.). Çocuklara sanatı sevdirmek ve ailelerinin de katılımıyla yaratıcılıklarını desteklemeye yönelik olarak Picasso Müzesi tarafından organize edilen Big Draw festivali El Born'un yarı gizli yarı merkezi bir kaç küçük ve samimi meydanında karşımıza çıktı. İlk karşılaştığımız etkinlik kartona çizilen maskeleri plastik materiale yapıştırıp maske yapmak ve yapılan maskelerle hatıra fotoğrafı çektirmekti.


İkinci etkinlik kağıtlara yünlerle el işi işlemekti. Bazen çocuklar kağıtlar üzerinde dikiş tutturmaya çalışırlarken, bazen anneler devreye girip el işinin püf noktalarını anlatıyorlardı. 


Üçüncü etkinlik ise benim favorimdi. Tual yerine asetat kağıdı, fırça yerine asetat kağıdı kullanan katılımcılar modellere bakıp resimlerini yapıyorlardı. Bazen çocuklar model, anne-babalar ressamken bazen de çocuklar ressam anne-babalar model olmuştu. Katılım çok yoğun, ortam çok keyifliydi...

Dördüncü etkinlikte ise çeşitli hayvanların baş, gövde ve kuyrukları ayrı ayrı kutulara koyulmuştu. Çocuklar bu parçaları istedikleri gibi kombinleyerek kendilerine özgü, farklı bir hayvan yaratıyorlardı.

Günümün kapanış etkinliği muhtemelen İspanya sınırları içersindeki en büyük çocuk festivaliydi. Hem cumartesi hem pazar, olimpik stadyum çevresinde yapılan ve bu sene 350binden fazla katılımcının eğlendiği bu ücretsiz festival, La Festa dels Supers katalan çocuk kanalı Super 3'ün ana sponsorluğunda gerçekleştirilen, çocuklara yönelik ürünleri olan bir çok markanın ve sivil toplum kuruluşunun çeşitli oyun ve etkinliklerle katıldığı bir organizasyon. Bu festivalde ana kural, hiç bir firma kesinlikle bir ürün satamıyor. Organize edilen oyunlar için de belli kurallar koyulmuş. 


Yukarıdaki video'da oyun alanının sadece 3te 1ini görüyorsunuz. Olimpik stadyumun ana girişinden adım atınca, hayatımda ilk defa o kadar çok çocuğu bir arada gördüğümden olsa gerek, saha içine inmeye korkum. Önce dışarıdaki oyun alanlarını keşfederek başladım.

Dışarıdaki oyunlardan en beğendiğim Barselona, akıllı şehir oyunuydu. Bu oyunda çocuklar için akıllı bir şehir ile neyin kastedildiği anlatılıyordu. Wi-Fi bağlantısı kurmak için herkesin el ele tutuşup hızlı hızlı dalga yaptığı sahneyi izlemek çok keyifliydi. 


Aileler ve çocuklar evlerine döndükten sonra organizasyonda görevli bir arkadaşım sayesinde organizasyonun perde arkasıyla ilgili detaylı bilgiler alıp, olimpiyat stadının ofis kısımlarına daldıktan sonra, 2 saat önce kalabalığından korkup inemediğim sahanın içine ancak boşaldıktan sonra girebildim. 

Sosyal ve eğitim içerikli oyunlarda ise en çok hoşuma giden çocukları kan bağışlamaya teşvik eden standdı. Bu standdaki "Virüslere Gol Atın" oyunu ise çok güzel bir fikrin eğlenceli bir şekilde uygulanması olarak hafızama kazındı. 


Dolu dolu geçen bir pazar gününün ardından mutluluğumu sizlerle bu yazı aracılığıyla paylaşarak 2,5 aydır süren suskunluğuma bir son vermek istedim. Bir günde bu kadar çok etkinlik düzenlendiğini görünce Barselona'da yaşayan çocukları kıskanmadan edemedim. İstanbul'un da bunlar gibi eğlendirici, öğretici, oyun-sanat-müzikle dolu etkinliklere ihtiyacı var. Hem de açık alanlarda... Hayalim bir gün bir belediyeye böyle etkinlikler konusunda danışmanlık yapmak ve o belediyede yaşayan çocuklara değişik sosyalleşme fırsatları sunmak. Kim bilir belki bir gün gerçek olur...



5 Ağustos 2013 Pazartesi

We don't need no education. We don't need no thought control...

Dünkü efsanevi Roger Waters konserinden sonra ona adanmış bir yaz yazmadan duramadım.
"Hey teachers leave us kids alone" (Hey öğretmenler biz çocukları rahat bırakın) nakaratını bağıra bağıra söylediğim orta okul lise yıllarıma tekabül eden ergenlik dönemim aklıma geldi.

Pink Floyd'dan günümüze kalan ve efsaneyi devralan Roger Waters'ın Another Brick In The Wall şarkısı 90lı yıllarda ağzımıza pelesenk olmuş bir marştı. Dünkü konserde bu şarkının görsel gösterisi çok anlamlıydı...

Bir yandan sahnenin ortasında "I believe" (İnanıyorum), bir yandan sahnenin sağındaki Canavar-Dev-Eli Sopalı Öğretmen Kuklası, şarkısının sonunda çocukların birleşip öğretmene karşı harekete geçmeleri...

Bu şarkı yazılalı aradan neredeyse 30 yıl geçmiş ve hala öğretmenlerin bir çoğu çocukları rahat bırakmıyorlar. Geleneksel eğitim devam ediyor. Düşünen sorgulayan insan yerine robot insan-tek tip insan-çoğunluğa uygun-sorgulamayan insan yetiştiren eğitim programları güncelliğini koruyor.

Çocukların eğitilmeye-öğretilmeye ihtiyaçları yok. Çocukların öğrenmek için kendileri için doğru yolu bulmalarında yardımcı, onları motive eden, destekleyen rehberlere-ailelere-akranlara ihtiyaçları var. Düşüncelerinin kontrol edilmesine değil, düşüncelerini üretkenliğe döndürmeye ihtiyaçları var.

Yakın bir zamanda bulduğum ve çok hoşuma giden alternatif eğitim ile ilgili üç linki paylaşarak ve Roger Waters'ın "We doN't Need No Education" dediği dakikalarla sizleri başbaşa bırakıyorum...

OKUMAYA (yazmaya araştırmaya öğrenmeye) DEĞİL! (yaratıcılığı öldüren tekdüze ezberci) OKULA HAYIR!

Şizofren Anarşist Üniversite

Alternatif Okullar ve Eğitim Felsefesi



2 Ağustos 2013 Cuma

Doğumdan Ölüme Standart Sınavlar

Türkiye ve İspanya'da Ağustos ayının gelmesiyle birlikte deniz-güneş-kum ağırlıklı tatil yoğunluğu başlamış olsa da ben bu sefer tatil için değil, dış dünyaya kendimi kapatıp tezimi bitirebilmek için ders çalışmaya geldim İstanbul'a. Uzun yıllar sonra belki Ağustos benim için tatil olma anlamını yitirdi. Dış dünyayla olan bağlantımı kapatmadan önce bu ayı bir yazı yazmadan geçirmek istemedim.

Bu yazının konusu aslında bir film analizi olarak düşünülebilir. Uçuş sırasında izlemeyi seçtiğim, başarılı-başarısız-yetenekli-umursamaz-sistem karşıtı gibi farklı karakterlerdeki  6 amerikan lise son sınıf öğrencisinin üniversite giriş sisteminde alınması mecburi olan SAT sınavından, istedikleri okullara gidebilmek için almaları gereken puanı alabilmek için soruları çalma planlarını konu alan eğlenceli ve düşündürücü bir film. Eğitim konulu bir filmi eğitimci gözüyle izlediğim için uçakta bile olsam notlar aldım ve bu yazımda biraz bu notları paylaşıp biraz da doğumdan ölüme standartlara sokma çabasının bir ürünü olaran sınav kültürünü biraz eleştireceğim. 

IMDB'den aslında çok da yüksek puan almamış The Perfect Score (Kusursuz Puan) filmi, son yıllarda ne değişen sistemini ne de sürekli değişen ismini takip edebildiğim Türkiye'deki üniversiteye giriş sınavları için hazırlanan öğrencilerin ve ailelerinin izlemesinin faydalı olacağını düşündüğüm bir film.


SAT benim de Amerika'da okurken tabiri caizse spor olsun diye girdiğim bir sınavdı. Etrafımda yüksek yerleri hedefleyen gençler hafta sonlarını SAT'ye hazırlanmak için geçirirken ben içeriği neymiş bir göreyim diye girdiğim için diğerlerinin sınav telaşına anlam veremiyordum. İngilizce kısmı çok kolay olmasa da matematik dahisi olmadığım halde gayet yüksek bir puan alarak toplam puanım averajın üzerinde sayılırdı. Şimdiki adı sanırım LYS olan üniversite giriş sınavı gibi standart bir sınav olmasına ve insanları bu sınavdan aldıkları puanlara göre değerlendirilmelerine rağmen üniversitelere yerleştirme sırasında kullanılan tek ölçüt olmadığı için Amerikan gençleri Türk gençlerine göre daha şanslı sayılabilir. Zira Türkiye'de sınavdan aldığınız puan-akademik başarı puanı gibi sonuçların harmanlandığı bir puanla merkezi sistem yoluyla yüksek öğrenime yerleştirilirken Amerika'da akademik başarıların yanında sosyal beceriler, sporcu olma vb gibi farklı değişkenler de önemli bir rol oynuyor gençlerin geleceğini belirlemede.


Bu izlediğim film işte sınavın "standart" olmasını eleştiriyordu. Başlangıçta bir sahnede aslında çok da başarısız olmayan filmin baş karakteri "ben standart testlere karşıyım, benim geleceğim benim isteklerim doğrultusunda değil de herkesi aynı kalıba göre değerlendiren bir sınav belirliyor" derken bu karakterin okulun basketbol maçında izleyici olduğunu ve okulun mavi-beyaz renklerinden herkesin giydiği ya mavi ya da beyaz t-shirtlerden giyerken aslında istemeden de olsa standart bir çarkın içinde olduğunu görebiliriz. 

Baş karakterimiz 6 yaşından beri mimar olmayı kafasına takmış ve yaptığı araştırmalar sonucunda kendine en uygun okulu seçmiş, ama o okula girmek için gerekli SAT puanını tutturamayan bir öğrenci. Bu öğrencinin rehberlik öğretmeniyle olan konuşması ise dikkate değer bir diyalog içeriyordu. Rehber öğretmenine gitmeyi istediği okulu söyleyip durum değerlendirmesi yaptıkları sahnede rehber öğretmenin cevabı şöyleydi: "Bizim okulun binasının mimarı nereden mezundu biliyor musun? Basit yerel bir yüksek okuldan (community college)." Rehber öğretmenin rolü ne olmalı diye düşündüm bu sahnede. Motive edici bir rehber öğretmen ile heves kırıcı bir rehber öğretmen şüphesiz öğrenciler üzerinde farklı etki yaratacaktır. Mesela benim dershanemdeki rehber öğretmenim, psikolog olmak için kazandığım üniversiteyi gördüğünde ne kadar çok şaşırdığını ve benden böyle bir başarı beklemediğini söylemişti. Neyseki bunu ben kazandıktan sonra söylemişti, sınav öncesi söyleseydi herhalde kendime olan güvenim biraz sarsılırdı...

İkinci karakterimiz döneminin 2si olan ve 4 üzerinden 4 not ortalamasına sahip mükemmeliyetçi bir öğrenci. SAT'den kusursuz puanı alabileceğine inanmadığı için sınavlardan neredeyse boş kağıt vererek çıkan, aslında kendi hayalinde olan değil de ailesinin hayalinde olan üniversiteye girmeye çalıştığını farkederek aydınlanma yaşayan, kendini bulan bir karakter. Mükemmeliyetçiliğin beraberinde gelen başarısız olma kaygısı şüphesiz başarılı öğrencilerin en büyük kabusu. Özellikle ailelerini hayal kırıklığına uğratmaktan korkan ve kendi öz değerini sınavlardan aldıkları başarılarla değerlendirenler için en büyük tehlike. Bu karakterde bu tehlike çok güzel vurgulanmış.  

Üçüncü karakterimiz sırf kız arkadaşı bir üniversitede diye o üniversiteyi kazanmaya çalışan, aslında üniversiteyi değil kız arkadaşıyla beraber olmayı hedefleyen bir karakter. "Ben hiç bir şeyde iyi değilim ama kız arkadaşımla beraber olmak konusunda iyiyim. İşte bu yüzden tekrar iyi olmak için sabırsızlanıyorum." diye açıklıyor SAT'den neden yüksek puan alması gerektiğini bu karakter. Bazı gençlerin üniversite seçiminin sadece mesleki veya akademik ilgiler doğrultusunda olmayabileceğini görüyoruz bu karakter üzerinden. Bu karakterin filmdeki en başarılı kız arasında geçen dikkat çekici diğer bir diyalog ise şöyleydi: 

Dönem 2.si kız: Neden sigara içiyorsun?
Çocuk: Sen neden tırnaklarını yiyorsun?

İşte stres ve kaygı anında herkesin farklı başa çıkma mekanizmalarının olduğunu farkediyoruz bu sahnede. Sınav kaygısı yaşayan gençler için de belki de en önemlisi kullandıkları mekanizmaları farketmeleri, ya da yeni mekanizmalar öğrenmeleri diyebiliriz. 

Dördüncü karakterimiz ise başarılı bir basketbol oyuncusu. Üniversite'de sporcu bursu almak yerine bir an önce profesyonel olmak istediği için akademik sınavlara önem vermeyen ama annesi ile konuşamadığı -ya da annesine söz geçiremediği için- sınava girmek zorunda olan bir karakter. 

Beşinci karakterimiz ise döneminin sonuncusu olan, hiç bir beklentisi olmayan ve tuvaletteyken kulak misafiri olduğu için plana katılan bir öğrenci. "Eğer üniversiteye girmek istemiyorsam, ama yine de es kazara bir yer kazanırsam bu başka birinin hayalini çalmış olduğum anlamına gelmez mi?" diye açıklama yapabilecek kadar da içten. Standart yerleştirme testlerinin, gerçekten istemediği halde açıkta kalmamak pahasına bir yerlere yerleşip, gerçekten orada okumak için her şeyini verebilecek gençlerin hayallerini çalan, önlerini tıkayan bir sistem olduğunu vurgulayan bir konuşma olmasından dolayı bu "tembel ve işe yaramaz, kaygısız, umarsız" öğrencinin bu sözü çok hoşuma gitti.

Altıncı ve son karakterimiz ise sınavı yapmaktan sorumlu merkezin binasının sahibinin kızı, babasının ona karşı ilgisiz olmasından dolayı mutsuz olan ve sisteme baş kaldırdığı için diğer 5 kişiye yardım etmeyi kabul eden bir karakter. 


Sınav stresi yaşayan kişiler bazen yasal yollardan bazen de yasal olmayan yollardan, farklı nedenler yüzünden çözüm ararlar. Mesela filmde dönem 2.sinin sınav sorularını çalmak için gruba katılması diğer bir karakterin şaşkınlığı "Sen sınıf birincisisin burada ne işin var? Neden test sorularını çalmak isteyesin ki?" yorumuyla dile getirirken akademik başarı düzeyi ne olursa olsun standart testlerin her öğrenci üzerinde farklı nedenlerle baskı kurabileceği ve bu baskılara karşı koyabilmek için de gençlerin her türlü yola başvurabileceğinin dikkate alınması gerektiğini hatırlatıyor bu film. 

Filmde en hoşuma giden replik ise "What the hell with the numbers, I know who I am"... idi. Bencede, eğer siz kim olduğunuzu biliyorsanız, standardize edilmiş, sizi normlara göre ölçüp sıralayan testlerden elde ettiğiniz puanların hayatınız üzerinde tek söz sahibi olmasına izin vermemelisiniz.

Kültürel farklılıklar üzerinde kafa yoran biri olduğum için bu filmde dikkatimi çeken kalıplaşmış karakter şüphesiz baskette başarılı ama akademik sorun yaşayan zenci karakterdi. Hatta bu karakter bir sahnede "bu sınav ırkçı, beyazlar kendileri için yapıyor bu sınavı" diyor. Asyalı amerikalıların diğer etnik kökenlilere göre daha başarılı olduklarının bilinmesine rağmen filmdeki en başarısız öğrenci karakterini bir asyalı amerikalı oynuyordu. Hispanik kökenli bir karakterin olmaması da bence bir eksiklikti. 

Filmi izlerken aklıma takılan soru standardize edilmiş testlerin neden kültürün bir parçası haline geldiği idi? Şüphesiz bunda kapitalist sistemin rolü çok büyük. Peki eğitimde belli standartları baz alarak ölçüm yapmak ne kadar adil? Çocukların bireysel yeteneklerini, yetkinliklerini hiçe sayıp onları sayıların veya kelimelerin çerçevesi içine oturtmaya çalışmak ne kadar doğru?

Türkiye ise git gide test/sınav cehennemi olmaya doğru giden yolda emin adımlarla ilerlemeye devam ediyor. En son bir kaç hafta önce bir Türk misafirimden, "yeğenim 4 yaşında ve iyi bir anaokuluna girmek için sınava girdi, neyseki sınavı geçti de kayıt yaptırabildiler" dedi... 4 yaşında neyin sınavı? neyin testi? hangi standartlara göre neden öğrenci seçimi? Peki aileler çocuklarının böyle bir süreçten geçmesine neden izin verirler? 

Başka bir arkadaşım da geçen gün bana dil sınavına gireceğini söyledi. Dedim işindesin güçündesin, memur olmuşsun daha neyin sınavı. İşte maaşım üç beş kuruş artsın dedi... 4 yaşında da sınav 34 yaşında da sınav. İslam kültürüne ve dinine inananlar için ise sınav öldükten sonra da sırat köprüsünde devam edecek.

Hayatı sınav telaşesi içinde yaşarken gerçekten yaşıyor muyuz? Çocuklarımıza nasıl mesajlar veriyoruz? Nasıl çocuklar yetiştirmek istiyoruz? Akademik olarak kusursuz çocuklar mı? Mutlu çocuklar mı? Ya da her ikisi de mi? Standardize edilmiş sınavlara girmeden önce kendi ölçütlerinizin ne olduğunu aklınızın bir kenarında hep tutun. Başkalarının koydukları sınırlar yüzünden kendinize olan saygınızı, yaşama sevincinizi kaybetmeyin derim. Çocuklarınıza olan sevginizin onların sınav başarılarıyla bağlantılı olmadığı mesajını özellikle stresli bir sınav döneminden geçen çocuklarınıza sık sık tekrarlayın.

Bu standart ölçme değerlendirme hakkında aslına bakarsanız daha çok eleştirdiğim nokta var. Mesela Türkiye'deki normları üzerinde çalışmalar yapılmadan uygulanan çoğunlukla Amerika'dan ithal edilen psikolojik değerlendirmede kullanılan testlerin ne kadar inandırıcı ve güvenilir olduğundan tutun da bunların uygulanmasının ne kadar doğru olduğuna kadar kafamı kurcalayan bir çok soru işareti var. Belki ileriki yazılarımda bu soru işaretlerimden yola çıkarak başka bir yazı yazarım.

Hayatınızı standartlara sıkıştırmadan yaşadığınız, eğlenceli bir tatil dilerim...






8 Temmuz 2013 Pazartesi

Oyun Oynamak Bedava

Barselona'ya yaz bu sene ancak Temmuz ayında geldi. Yazın ilk sıcak haftasını, Temmuz'un ilk 5 gününü oyunla dolu yaz okulu dersiyle geçirdikten sonra haftasonu gittiğim Cruilla Müzik Festivali'nde gördüğüm oyun alanı beni çok heyecanlandırdı. Bu nedenle bu ayki yazımı doktora öğrencisinin itirafları serisine devam etmek yerine daha eğlenceli olan oyun konusuna ayırmak istedim. 

Bir öğretmen derneği olan Rosa Sensat tarafından organize edilen yaz okulunda aldığım ders "Doğal bir öğrenme formu olarak oyunu yeniden keşfetmek: teori ve pratik" adını taşıyordu. Dersin ismi kadar dersin hocası, Ofelia Reveco ile tanışacak olmak da beni heyecanlandırmıştı kurs öncesi. 

Bu kursa katılmaktaki birincil amacım yeni bir şeyler öğrenmekten öte yakın bir gelecekte Türkiye'ye döndüğümde öğrencim olacak öğretmenler için oyun konulu bir eğitim programı nasıl geliştiririm ve nasıl yürütürüm konusunda somut bir örnek deneyim etmekti. Bu bekletimi fazlasıyla karşılayan kurs programı, oyuna ne kadar tutkuyla bağlı olduğumu bir daha farkettirdi bana. 

Kurs sırasında gördüm ki Katalunya'da okul öncesi eğitim döneminde çocuklar eğitim saatinin yarısından bile az bir süreyi sadece oyun oynayarak geçiriyorlar. Serbest oyun ise ancak bahçede ortaya çıkarken, velilerin "çocuklar çok fazla oyun oynarsa bir şey öğrenemez" mantığına sahip olmasından dolayı öğretmenler oyun uygulamasına ağırlık verme konusundaki çekincelerini dile getirdiler. Oysa ki kursun genel sloganı "ÇOCUKLAR OYUN OYNAYARAK DAHA ÇOK ÖĞRENİR"di. Ancak günümüzde eğitim sisteminin standart testler tarafından domine edilmesi nedeniyle, çocukların bireysel özelliklerine değer vermek yerine standart testlerle kaderlerinin belirlenmesi onları oyun oynamaktan kopararak sınıflarda akademik çalışmalara yoğunlaşmalarına yol açtı. Oysa "ÇOCUKLAR OYNAYARAK ÖĞRENDİĞİNDE ÖĞRENMELER DAHA KALICI OLUR."

Kurs sırasında okuduğumuz bir dergi yazısı oyun aracı olarak gölgenin kullanımından bahsediyordu. Sizin çocuğunuz gölgesiyle hiç oynadı mı? Bakın, pahalı oyuncaklara para yığmadan önce etrafınızdaki doğal şeylerden de yararlanabilirsiniz, bir oyuncak gibi. Bir oyuncak olarak "GÖLGE" fikri benim çok hoşuma gitti. Gölge oyunu denildiğinde aklıma sadece Karagöz ve Hacıvat oyunları gelirken, şimdi geceleri beni takip eden, gündüz karşıma çıkan gölgemle çocuklara neler öğretilebileceğini düşünüyorum.


Çocukların kendilerini tanımaları için ayna kullanımı oldukça yaygınken, kaç öğretmen ya da anne-baba çocuklarının kendi gölgeleriyle yakalamaç oynamalarını izlemiştir? Kaç okulda farklılıklar-benzerlikler konusu gölgelerle çalışılmıştır? Hatırlıyorum, çocukken gölge ile oyun yaşantım iki elimi ve parmaklarımı kullanarak kuş yapmaktan öteye gitmezdi ve ben bunu yaptığımda aslında ilkokuldaydım. Oyun aracı olarak gölgenin kullanımının sınırı çocuğunuzun ve sizin yaratıcılık sınırları kadar. Biraz fizik bilgisiyle sadece okul öncesi çocukları için değil ilkokul-ortaokul ve hatta hatta lise öğrencileri için bile eğlenceli ve öğretici bir araç olabilir, bazen peşimizi bırakmayan, bazen de hiç karşımıza çıkmayan, hem var olan ama aslında olmayan gölgeler, gölgelerimiz...

Oyunla ilgili bilgilerimi tazelediğim, yeni bakış açıları ile tanıştığım, güzel fikirleri cebime koyarak bitirdiğim yaz okulunun ertesi günü gittiğim müzik festivalinde karşıma çıkan yetişkinler için düşünülmüş oyun alanı Türkiye'de gördüğüm, büyük sponsorlar tarafından düzenlenmiş eğlence alanlarına hiç benzemiyordu. Gecenin bir yarısı, karanlığın altında keşfetmiş olmamdan ötürü her birinin tam olarak nasıl oynandığını çözemediğim, bir çoğu eski bisiklet, ütü, vb. demir parçalarınının  birleştirilmesinden yapılmış oyuncaklar konserler arası biraz mola verip eğlenmek isteyen yetişkinlere oynama, eğlenme ve yaratıcılıklarını sınama şansı veriyordu. 


Çözmesi en basit gibi göründüğü için bu oyunu oynatarak başladık.  Amacı bir misketi en ortadaki halkanın içine sokmak olan bu oyun kenarlardaki ip kolları çekerek oynanıyordu. 10-20 dakika uğraştıktan sonra hedefe ulaşmanın sevinciyle diğer oyunları keşfetmeye devam ettik. 

Oynadığımız ikinci oyun ise tekerlek döndükçe ağızları açılan kovalara misket atma oyunuydu. Oynadığımız 6-7 oyunun sadece 1 tanesinde kazanmış olsamda basit oyunların bile ne kadar keyif verebildiğini gösteren bir oyundu. 

Oyun alanında kaç tane oyuncak vardı saymadım. Hiç birinin önünde ne ismi ne oyunun amacı ne de nasıl oynandığına dair ibareler vardı. Zaten yetişkinler için alanı keyifli hale getiren de buydu, oyunun amacının ne olduğunu ve o amaca nasıl ulaşılabileceğini keşfetmek. 

Aşağıdaki videodan çeşitli oyunların nasıl oynanıldığını ve konser dinlemeye gelen genç ve yetişkinleri müzik ortamı dışında da nasıl keyif aldıklarını izleyebilirsiniz. 


Önümüzdeki sıcak aylarında iş ve okul yoğunluğundan biraz olsa uzaklaşıp kendinize vakit ayırmanız, oyunların yaratıcı dünyasını keşfedip eğlenerek bir çok şey öğrendiğiniz bir yaz geçirmenizi diliyorum. Yeter ki siz oynamak isteyin, çevrenizde oyun oynamanız için o kadar çok fırsat karşınıza çıkacak ki, siz bile şaşıracaksınız.

Yazımı, bu haftasonu gittiğim festivalde keşfettiğim bir müzisyenle bitiriyorum... 

1 Haziran 2013 Cumartesi

#direngeziparki #occupygezi

Yine konsept dışı bir yazı olacak ama İstanbul'da yaşanan direnişi görüp uzaktan takip etmemek ve tepkisiz kalmak mümkün değil.

Twitter'da yazılanlardan durumun ciddiyeti anlaşılıyordu ama dün gece Norveç kanalının canlı yayınını izlerken hem orada olamadığıma üzüldüm hem de polisin estirdiği terörün şiddetine gözlerim inanamadı. Türk milletinin zor günlerde tek yürek olduğunu görmek ise umutlandırdı.

Bugün uzakta olsak da taksim ve gezi parkı direnişçilerine, Türk halkına, anti-demokratik sisteme karşı olanlara destek vermek için yüz kişiyi aşkın bir toplulukla Barselona Ciutadella parkında toplandık. 6 senedir ilk defa burada yaşayan Türkiyelilerin bu kadar birlik olup toplanabildiklerine şahit oldum. Aramızda turist olarak Barselona'ya gelmiş kişiler de vardı. Gezmek yerine buradan Taksim'deki direnişçilere destek olmak istedik dediler...

Daha fazla konuşmaya gerek yok. Sözü fotoğraflara ve videolara bırakıyorum ve...

Diren Gezi Parkı, Diren Taksim, Dayan Halkım diyorum...










30 Nisan 2013 Salı

İş Arayanlara Tavsiyeler...

Geçtiğimiz hafta kabuğumdan biraz olsun çıkayım, insanların arasına karışayım, hem katalanca hem de ispanyolca pratik yapayım niyetiyle işsizlerin arasına karışmaya karar verdim. Senelerdir varlığından haberdar olduğum ama nedense daha önce hiç bir programına katılmadığım BarcelonActiva ile tanışmam "Eğitim Sektöründe Nasıl İş Aramalı" konulu 3 saatlik bir seminere gitmem ile gerçekleşti. 

Her ne kadar eğitimin öncesinde eğitim sektöründe iş bulmamla ilgili fazla beklentimin olmaması konusunda telkin almış olsam da seminer seminerdir genel kültür olur mantığıyla gittim. İyi ki de gitmişim. Seminer sayesinde BarcelonActiva'da verilen ücretsiz kurslardan haberdar oldum ve hemen o seminer sırasında bir kaçına kayıt oldum. 

"Eğitim Sektöründe Nasıl İş Aramalı" seminerinde yürütücünün bana önerdiği işi duyunca yanlış ülkede yaşadığımı bir kez daha farkettim. Doktora yapıyorum, danışmanlık gibi bir pozisyon istiyorum dedim, İngilizce yaz kamplarında gözetmenlik bulabilirsin dedi. Yazın sıcağında 8-10 saat çocuklarla çalışıp haftalık 200-250 eu gibi bir maaşla çalışmayı küçük gördüğümden değil ama kendimi tanıdığım için böyle bir pozisyona olası bakmadım.

Geçen gün twitter'da okuduğum bilgiye göre Katalunya 900.000 kayıtlı işsiz ile tarihinin rekorunu kırmış. Kayıtsız işsizlerin sayısının da muallakta olduğunu düşünürsek, 7,5 milyon nüfuslu özerk bölgede yaşanyarlın yüzde 10'undan fazlasının işsiz olması çok hoş bir oran değil. İspanya'da işsizlik oranının %50 civarında olduğunu da başka bir yerde okumuştum. Bu sayıların ne denli doğru ve vahim olduğunu işte gittiğim kurslarda gördüm. Senelerdir üst düzey yöneticilik yaparken bir anda home ofis'e dönen ve kendi yağında kavrulmaya çalışanlardan görsel sanat sektöründeki işsizlere, 5 dil bildiği halde korsan (e-)kitaplar yüzünden edebi çeviri sektörünün para kazandırmaması nedeniyle çevirmenlerin %80inin işsiz kalmasının kurbanı olan deneyimli çevirmenden tutun ünlü bir bira markasının zamanında EMEA ülkelerinin pazarlama yöneticiliğinden sonra profiline uygun pozisyon bulamadığı için işsiz kalanına kadar o kadar iyi profile sahip ama bir türlü iş bulamayan kişi ile tanıştım ki, halime şükrettim. Ve şunu farkettim. Ben iş aramıyorum. En azından şimdilik. Günü kurtarmalık, geçici işler yetiyor. Doktoram bitene kadar tabii...

Gittiğim kurslara geçmeden önce paylaşmak istediğim tespit şuydu ki işsizlik Katalunya'da gerçekten çok büyük bir sorun. Gittiğim kursların yaş ortalaması 35-40ın üzerindeydi. Özellikle uzun bir süredir iş arayan kesimde psikolojik sorunlar, gerginlik, sinir, sabırsızlık, tükenmişlik gibi belirtiler gözle görülür bir şekilde belirgindi. Bir çok kişi nasıl bir iş bulmak istiyorsunuz sorusuna "ne olursa yaparım" cevabını veriyordu ki bu cevap iş aramaya başlamadan yenilgiyi kabul etmekle eş değerdi.


Eğitim Sektöründe İş Bulma konulu seminerden sonra İletişim, Kendini Planla-Organize Et, Yetkinlik Bazlı Özgeçmiş Düzenleme isimli 3 kursa gittim. Hepsinden de ayrı şeyler öğrendim, farklı bakış açılarını görmek çok hoşuma gitti. Bu yazımda Yetkinlik Bazlı Özgeçmiş Düzenleme ile ilgili öğrendiklerimi özetlemeye çalışacağım. İş arama sürecinde özellikle gençlere yol gösterebilecek bilgiler vereceğim.

İlerde aktif olarak iş arama sürecinde en çok yararlanacağımı düşündüğüm kurs oldu Yetkinlik Bazlı Özgeçmiş Yapılandırma. (İspanyolca-Katalanca-İngilizce) Özgeçmiş örnekleri için şu sayfadan yararlanabilirsiniz...

Bu tip özgeçmişi özellikle çalışmak istediğiniz alanı ya da sektörü değiştirmek ya da profesyonel olarak kendi alanınızda kendinizi öne çıkarmak istediğinizde kullanmanız tavsiye edilir. Bir de benim gibi sürekli farklı alanlarda farklı pozisyonlarda işler yaptıysanız neden bu kadar çok alan değiştirdiğinizi temellendirmek ve sizi işe almak isteyen kişiye bunu anlatmak için kullanabilirsiniz. 

Böyle bir özgeçmiş hazırlamadan önce şimdiye kadar yaptığınız işlerdeki gerekli yetkinlerin neler olduğunu keşfetmeniz gerekir. İngilizce bilenler için şuraya bakmalarını şiddetle tavsiye ediyorum. Ben burada şimdiye kadar çalıştığım işlerin (eğitim psikoloğu, boş zamanları değerlendirme gözetmenliği, turist rehberliği, sözlü tercümanlık, vs vs) gerektirdikleri yetkinlerin üç aşağı beş yukarı birbirleriyle örtüştüklerini gördüm ve bu kadar farklı sektörlerde, farklı işler yapmış olmamın tesadüf olmadığını anladım. İş profillerine göre yetkinliklerinizi belirledikten sonra, istediğiniz işin gerektirdiği yetkinliklere (soft skills/competencies) bakın. Yetkinlikler 4 seviye üzerinden derecelendiriliyor. Bu derecelerin üzerinde tıkladığınızda açıklamaları göreceksiniz. Bu yetkinliklerin ne kadarı sizde var? 

Sizde olmayanları tespit ettikten sonra bu yönlerinizi kurslarla geliştirebilirsiniz. Barselona'da yaşıyorsanız, BarcelonActiva bu konuda size ücretsiz bir çok imkan sunuyor. Yetkinliklerinizi tespit etmenin bir diğer önemi de iş başvurularında yazacağınız cover letter (ön mektup) içeriğini destekleyebilmeniz. Bir iş ilanında belirtilmiş yetkinlikleri ve kendinizde olanları temel alarak başvurunuzu sağlam yaparsanız, karşınızdaki sizi daha iyi değerlendirebilecektir.  Bu kursla ilgili en son söylemek istediğim, beni şaşırtan bir bilgi. Eğitim Psikoloğu'nun Katalunya'da çalışma sektörünün eğitim değil, sosyal hizmetlere bağlı olduğunu gördüm. Sizin de profiliniz hiç aklınızda olmayan bir sektörde olabilir. İyi araştırmakta fayda var.


Bir sonraki yazımda Kendini Planla, Kendini Organize Et! kursundan bahsetmeyi düşünüyorum. Daha önceki yazımda erteleme hastalığı olanlara değişik stratejiler önermiştim. Gelecek yazımda önce kendi durumunuzu nasıl tespit edebileceğinizden ve doğru hedef koyma sürecinden ve bunların formülasyonundan bahsetmeyi düşünüyorum. Yazdıklarımı takip etmek için sağ frame'deki takipçilerim arasına katılabilir, twitter hesabımdan da beni takip edebilirsiniz...

Herkese iş arama serüveninden başarılar dilerim.
Unutmayın, ne iş olsa yaparım kafası değil, istediğiniz şeyi doğru tanımlayıp o yönde sağlam adımlar atmak size başarıyı getirecektir. İlk adım da kendinizi tanımaktır.