21 Eylül 2010 Salı

Bir Doktora Öğrencisinin İtirafları-3

(Bu yazıyı okumadan önce, 2. yazıyı okumak için tıklayın.)

Doktora konumla ilgili tek satır okumadan geçirdiğim Ağustos tatilimin sonrasında Barselona’ya dönüşümle birlikte Eylül ayı, dönem başı olması sebebiyle üzerime öyle bir çullandı ki kendime gelmem ayın 21’ini buldu. Doktora sürecinde, hayatımda aklıma gelmeyecek şekilde tepkiler vermeye başladı bünyem. Ama öldürmeyen şey güçlendirir hesabı, zaman zaman (ki çoğu zaman) yaşadığım içsel gidiş-gelişlerime rağmen durmak yol yola devam mottosuyla 8 eylül’de İstanbul’dan yola çıktım.

Barselona’da eylül ayı demek oturma izni yenilemek için evrak toplamak, evrak toplama süreci son dakikaya kalınca doktora koordinatöründen okkalı ayar yemek (bu sene gecenin 1inde gönderilen bir maille aldığım bu ayarı, geçen sene daha ağır şartlarda almıştım. Gelecek sene alacağım ayar artık bünye alışkanlığından dolayı etki yapmayacak inanıyorum) bu evrakları teslim etmek için saatlerce sıralarda beklemek ve elzem giderler yüzünden bol bol para harcamak demek. Bu eylül ayının hiç şüphesiz en büyük sürprizi doktora harçlarının %250 ye varan bir oranda artmış olmasıydı. Beni beklemediğim bir anda vurduğu için biraz sarsılmadım dersem yalan olur. Geçen sene senelik 178 euro verdiğimiz programa bu sene 504 euro verecek olmamın bana dokunmasının öncelikli sebebi bu fiyat artışından sadece yabancı öğrencilerin etkilendiğini sanmamdı. Ama yanılmışım. Tüm doktora öğrencileri için fiyat aynı oranda artmış, herkes standart olarak senelik 504 eu ödemeye mahkûm edilmiş. Bu kızgınlığımı biraz azaltmış olsa da şunu sorgulamama engel olamadı: Biz bu 504 eu’yu neden veriyoruz? Okuldan ne ders alabiliyoruz ne de adam gibi seminer düzenleniyor. Geçen sene 2 dönemde sadece 3 günlük bir makale bulmaya yönelik bir seminer verildi ki, eh ben bunu nerdeyse 5 senedir biliyordum zaten dediydim. Bu dönem de bugün öğrendiğime göre niteliksel veri analizi programı olan ATLAS-Ti konulu bir seminerimiz olacakmış. İyi de ben daha niteliksel araştırma metodolojisini içselleştirmeden bu programı öğrenince ne kadar başarılı olurum ki? Demem o ki öğrenciye sormuyorlar neyiniz eksik. Oysaki bir sorsalar, şu an bölümümde doktora yapan 9 dönem arkadaşıma bir dokunup bin ah işitecekler. Bu Bolonya Süreci geldi, hem mertlik bozuldu, hem harçlar kendini aştı hem de program kalitesi düş(müş). –Müş diyorum çünkü duyumlarım bu yönde. Doktora programlarının birçoğu Master Entegreli (2+3 sene) olduğu için doktora sırasında sadece araştırma yapıyorsunuz. Mesela Türkiye’de doktora öğrencilerinin korkusu olan bir “yeterlilik” kavramı burada Bolonya ile birlikte ortadan kalkmış durumda (ben master yaparken buna eş değer olan bir DEA vardı.) Bolonya süreci geldi de ne oldu? Valla, öğrenciler zarar gördü orası kesin. Bölümler hala ağır adaptasyon sorunları yaşıyorlar. Avrupa Birliği Ülkeleri arasında denklik sağlayacağız diye kaliteyi de çıtayı da düşürdüler. Bir de hala aralarındaki işlevsel farkı keşfedemediğim iki tip doktora var burada. İlki Doctorat Propi, yani doktor ünvanınızı üniversitenin verdiği, ikincisi Doctorat Europeu, bu da Avrupa Doktora ünvanına denk geliyor. 2.sini alabilmek için tezininiz AB’nin resmi 2 diliyle yazmanız, en az 3 ay araştırma yapmak için bir AB ülkesine gitmeniz ve tez savunmanızda AB üyesi bir ülkede çalışan bir hocanın bulunması gerek. Bu Avrupa Doktorası’na kimler nasıl kabul ediliyor bunu keşfedemedim, hocalar da bilgi vermedi. Sadece bu ünvanı almak için neler yapılması gerektiğini biliyoruz. Ayrıca ikinci çelişki şu ki, İspanyol bir üniversiteden alınan Doktor ünvanı, Bolonya süreciyle birlikte, her türlü AB’de geçerli sayılmak zorunda. Bu durumda neden daha da kasıp AB Doktoru ünvanı almak gerekir buna da bir cevap veremiyorum. Tek bildiğim iki diploma arasında 30 euroluk bir fark olduğu…

Dün doktora maratonumun ilk engeli olan 1. Komisyon sunumunu yaptım. Sunum öncesi tez önerimi sağ olsun 3 hoca okudu, gecikmeli de olsa geri bildirimlerini verdiler. Ben son dakika insanı olarak her şeyi ancak bir gece önce sabaha karşı bitirdim. Tez önerimi 10 dakika içinde sunmak zorunda olduğum için anlatacaklarımı kısaltmak ve bunu yapmadan önce de her şeyi İngilizceden İspanyolcaya çevirmek ciddi bir vakit kaybına ve ekstra strese neden oldu. 5 saatlik uyku ile girdiğim komisyonun ilk sunumu bana aitti. Sunum yapan 9 kişi içinde araştırma grubundan bağımsız (toplam da 4 araştırma grubu var) araştırma projesi yürüten ben olduğum için en alakasız konu da benimkiydi. Sunumlar genelde öğretmen, öğrenci, aile kimlikleri ve öğrenme süreci ya da akran eğitimi ile ilgiliydi. Sunum öncesi kafamda birçok soru vardı. Acaba araştırma sorularını doğru formüle etmiş miyimdir? Hedef ve amaçların yazımında kullandığım kelimeler uygun mudur? Gibi… Projemle ilgili geri bildirim veren 3 hoca da bu konular üzerinde bir şey söylememişlerdi.

Daha önce itiraf etmiş miydim hatırlamıyorum ama yeri gelmişken söyleyeyim, en zayıf halkam metodoloji. Türkiye’de psikoloji ve eğitim alanında hem hala pek bilim sayılmamasından hem de bu alanda etkin bilgi ve beceriye sahip hocanın çok az olmasından dolayı niteliksel araştırmalarla verilen eğitimin (ki verilen eğitim sadece tanım yapmaktan ibarettir. Hadi diyelim lisansta göstermediler. Ben Yıldız Teknik’te yüksek lisansa başlarken artık niteliksel araştırma da öğreniriz hayali kurarken derslerin başlamasıyla birlikte uğradığım hayal kırıklığını kelimelerle ifade edemem. Hele bir de bu hayal kırıklığının üzerine danışmanımın, boşuna hayal kurma Türkiye’de bu işi yapan hoca sayısı bir eldeki parmak sayısını geçmez, burada da olmadığı için kısaca havada bulut sen niteliksel deseni öğrenmeyi unut dediydi.) kurbanı olarak sadece niceliksel araştırma yapma becerileriyle mezun oldum. Ama gelin görün ki İspanya’da özellikle eğitim ile ilgili alanlarda da tam tersi bir şekilde niceliksel araştırma yapanlara iyi gözle bakılmıyor. Master sırasında aldığımız metodoloji dersi de paradigmalar ve triangulation (üçgenleme) üzerinde uçuştuğu için niteliksel desenlerle ilgili öğrendiklerim sadece fikir düzeyinde kaldı. Eh doktora tezinde de en önemli konu araştırma deseni ve metodoloji olduğu için de ben de paçalar tutuştu tabii.

Tekrar sunum ortamına geri dönmem gerekirse, dikkatleri çeken ilk şey sunum yapacak öğrencilerin farklı kültürlerden gelmesinden dolayı sunumların farklı dillerde yapılmasıydı: 3 Katalan Katalanca, 3 Şilili Şili Aksanlı İspanyolca, 1 Meksikalı Meksika Aksanlı İspanyolca, 1 Brezilyalı Brezilya Aksanlı İspanyolca ben de Türkçe (ki aslında benim İspanyolcamı Fransızca Aksanlılarınkine benzetiyorlar) Aksanlı İspanyolca sunduk. Aldığım geri bildirimlerden ilki bir dahaki sefere sunumumu İngilizce yapmam gerektiği oldu. Gelecek sefere 3 dilli bir komisyon olacak demek oluyor bu. İngilizce yapacak olmak yükümü biraz hafifletecek, çünkü yazılı çalışmalarımın hepsi İngilizce ve ben bunları İspanyolcaya çevirirken hayli vakit harcamak zorunda kaldım. Hatta itiraf ediyorum, bir ara pes ettim ve google translate’e kendimi emanet ettim. Ve fark ettim ki google translate tahminimden daha iyi tercümeler yapıyor…

Geleyim şimdi sunumda kendimi aptal gibi hissettiğim dakikalara. Komisyon başkanı (bana ayar vermekle ün yapan hoca olan Carles Monereo sunumum sırasında 10 dakikayı aşmayayım diye, şunu atla, buraya geç gibi komutlar vererek kaygı düzeyimi arttırdıktan sonra, niteliksel araştırmalarda hipotez yazılmadığını hatırlattı. Ve işte o an suratım kırmızıya döndü mü bilmiyorum ama, “Ben bunu nasıl atlarım yaa” dedim kendi kendime, sonra da “off oysaki 3 hoca projemi okumuştu, biri de mi uyarmaz kardeşim niteliksel çalışmaya hipotez yazılmaz” diye içimde bir minik çapta bir öfke belirdi. Bu olay sayesinde artık unutmam niteliksel ve niceliksel araştırmalardaki en büyük farkı: Neden sonuç ilişkisine bakılmadığı için niteliksel çalışmalarda hipotez öne SÜRÜLEMEZ! En azından hedef ve amaçları doğru yazmışım ki uygun bulundular.

Yapılan diğer sunumların birçoğundan bir şey anlamamış olmakla beraber, bir araştırma önerisinde 700 kişinin denek olarak yer alacak olması, of bu kadar veriyle nasıl başa çıkılır düşüncesiyle beni gerdi. Diğer bir sunumda da Katalan bir doktor adayının daha doğru düzgün araştırma sorusu ve hedef-amaç belirlemeden verilerini toplayıp araştırma felsefesine ve metojolojisine çelişen bir yöntem izlediğine şahit olduk. 3 saat süren komisyon sonrasında herkesin ortak şikayeti danışmanların ne kadar başarısız oldukları ve metodoloji üzerine bir seminere ihtiyaç duyulduğuydu.

Yine uzattım lafı kusura bakmayın. Ama bu doktora süreci hakkında ne yazsam yetmiyor yaşadıklarımı dile getirmeme. Yazımı sonlandırırken senelerdir yüksek lisansını bitiremeyen ve halen okutman olarak çalışan sevdiğim bir arkadaşımla yaptığımız kısa sohbete kendisinin affına sığınarak yer vermek istiyorum (yazılanlar 1-1 kelimeler değildir ama ana fikir aynıdır).

Arkadaşım (A) Ben (B)

A: Şu master tezini yazarken içim sıkılıyor, ekran başında saatler geçiremiyorum. Motivasyonum kalmadı. Ne tavsiye edersin?

B: Bir şey tavsiye edemem. (iç sesim: Kelin ilacı olsa kendi başına sürerdi)

A: Sence kişiliğim doktora yapmaya uygun mu?

B: Bence değil. Sen bir şeye odaklanamıyorsun, hep dağılıyorsun. Ayrıca bünyen zayıf, doktora sürecinde sağlık ciddi zarar görüyor. Bence sağlık önce gelir.

A: Haklısın Canım. Peki doktora yapmamız için neden bu kadar baskı yapıyorlar?

B: Valla bana kimse baskı yapmıyor. Ben konumu sevdiğim için doktora yapıyorum.

A: Peki sence ne yapmalıyım?

B: Herkes doktora yapacak diye bir şey yok. Doktora yapmak demek iyi bir araştırmacı olmak demek. Sen eğer araştırmacı olamıyorsan, en iyisinden uygulamacı olmaya hedeflenmelisin. Alanında çok iyi bir uygulamacı olup yeniliklere imza atabilirsin, yine çok güzel noktalara gelebilirsin. Doktora yapmamak yolun sonu olmadığı gibi Doktora bitince de yapılacaklar bitmiyor. Çok çalışmak lazım her türlü…

Herkese çok verimli bir akademik yıl dilerim… Bu seneki imkansız görevim 2011 Eylül Ayına kadar Hem Pilot Projemi bitirmek hem de 3 etapta gerçekleşecek alan çalışmamı bitirmek. Bakalım bu sefer papaz pilav yiyecek, İspanya'da işler yolunda gidecek mi? Ben inanmıyorum gerçi ama hadi neyse...

Durmak yok! Çalışmaya ve Üretmeye Devam!

Bir Doktora Öğrencisinin İtirafları-4'ü okumak için tıklayın

1 Eylül 2010 Çarşamba

Sufizm: İçsel Yolculuğun Psikolojik Boyutları

İtiraf ediyorum, bazen popüler kültürün kurbanı olabiliyorum. Elif Şafak’ın Aşk kitabını daha kitapçı raflarında yer almaya başladığı ilk günlerde alıp bir solukta okuduktan sonra bu sufi-sufilik kavramına kafayı taktım. Aslında kitabı okumamdan yaklaşık bir sene önce Barselona’da Katalan bir uzmanın UNESCO Dostları Derneği’nde verdiği “Türkiye’de Sufizm” başlıklı bir konuşmaya katılmıştım. Bu konuşmadan önce Sufizm’i (nedense) Mevlevilik kelimesinin İngilizce karşılığı olarak düşünürdüm hep. Bu konuşma sırasında öğrenmiştim ki meğerse Sufizm, tüm tarikatları içine alan bir şemsiye kavram, İslam’ın dini yönündense ruhani yönünü vurgulayan bir terimmiş. Hatta bu konuşma sırasında Türkiye’deki tarikatların bazılarının Arap, bazılarının Türk menşeili olduğunu öğrenmiştim. Recep Tayyip Erdoğan’ı da Nakşibendi tarikatının bir üyesi olarak tanımlamıştı bu konuşmacı ki, o zamana kadar bununla ilgili bir şey duyduğumu hatırlamıyorum. Bu konuşma sırasında tuttuğum notlar yanımda olmadığı için daha fazla detaya girmeyeceğim. Katalan bir uzmandan Türkiye’deki Sufizm’i dinletikten sonra merak katsayım artmıştı. Bunun üstüne bir de Aşk’ı okurken kendimi daha iyi hissederken bulmuştum. Merak ve iyi hissetme birleşince geçtim online kitapçımın sayfasının başına, konuyla ilgili bulabildiğim tüm kitapları alışveriş sepetime ekledim bir çırpıda. Bu yazımda, bu kitaplar arasından okuduğum bir kaçının aktardığı bilgilerden, düşüncelerden psikoloji ile bağlantılı olan kısımlarında alıntılar yapacağım.
Psikoloji ile ilgili alıntılara başlamadan önce aklıma takılan bir soruyu siz okurlarımla paylaşmak istiyorum. Belki cevabı bileniniz vardır. Elif Şafak’ın Aşk’ını okuduktan hemen sonra Nigel Watts’ın Mevlana’da Sevginin Yolu (ing: The Way of Love) okudum.
Belki kitabın İngilizcesini okuduğumdandır, yoğun bir tat alamadım. İçinde anlatılan felsefeyi içimde hissedemedim. Ancak şunu fark ettim ki kurgusal bir hikaye anlatan bu kitapla Aşk baya benzeşmekte. Detaylı araştırma yapmaya fırsatım olmadı (sanırım Şems’in hayatını araştırmam lazım cevaplara ulaşabilmek için) ancak merakımı da bastıramadım. Acaba Elif Şafak Nigel Watts’ın bu kitabından etkilenmiş olabilir mi? Yoksa iki kitap da ortak gerçekler üzerinden mi hikâyeleri kurgulamışlar?
Bu kitapta altını çizdiğim birkaç satırı da sizlerle paylaşmadan geçmek istemiyorum:
“I want to want to be in the world. This is my place, and my burden-help me bear it.”
“Muhammad was stil looking for God, never satisfied to rest in his knowledge. Beyazid was lost in God. He thought he had arrived, but there is no arriving.”
“Though love fort he master is true loveö it is only a beginning. Surrender to another person is not a great achievement-it is a little more than a dog feels for its owner.”
“Remain silent as long as you desire to teach.”
Sufizm ile ilgili kitap seçerken yabancı yazarların yazdıklarına öncelik vermeye karar verdim. Bir tarikat üyesi olarak öne çıkmamış, işin dini boyutundansa felsefi ve psikolojik boyutlarını vurguladığını düşündüğüm kitaplardan başladım. Yoksa piyasada bir çok kitap var konuyla ilgili, ve ünlü Türk hocaları tarafından yazılmış.
Kurgusal hikayeler sonrasında konuyla ilgili okuduğum ilk kitap Stuart Litvak tarafından kaleme alınmış Bilgelik arayışında tasavvuf yolu ismini taşıyordu.
Bu kitabın bana kazandırdığı (veya tanıttığı mı demeliyim bilemedim) en önemli şey İdries Shah oldu. Bu büyük Sufi düşünürün henüz bir kitabını okuyamamış olsam da (kütüphanemde yerlerini aldılar, sıralarını bekliyorlar) okuduğum iki kitapta aktarılan alıntılarla ve hikayeler (Nasrettin Hoca) aracılığıyla sufi felsefesini aktarmasıyla kalbimi kazandı diyebilirim. Umarım yakın bir gelecekte onun kitaplarıyla ilgili detaylı bir yazı yazma fırsatım olur. Sufi yoluyla öğrenmeyi öğrenmek ve Benlik ile ilgili dikkat çekici eserlerinden herkesin faydalanabileceğini düşünüyorum.
Stuart Litvak kitabında insan zihnine yerleşmiş kalıplardan, şartlanmalardan bahsettikten sonra sufilerin zihinlerinin ötesindeki gerçeklere ulaşmaları gerektiğinden bahseder.
Ebu Said’den alıntıladığı bir sözde bunu görebiliriz: “Bir Sufi olmak kafandakileri-hayal edilen gerçeği, peşin hükümleri, şartlanmaları-bir yana koymak ve başına gelebileceklerle yüzleşmektir…” Toplumsal etki ile ilgili olarak da şunu söyler: “…, bizler karşılıklı rızayla ‘normal’ olarak belirlediğimiz büyük bir anormallik çağında yaşıyoruz. Bir bilgi yoluna girmeden önce, arayış içinde olan kişinin hem kendi içindeki hem de çevresindeki bu aldanış halini açıkça anlaması önemlidir.” Sufi olmak demek sürekli çabalamak demektir: “Eğer uzaktaki nokta onu görebileceğiniz fakat ona ulaşamayacağınız kadar gizlenmişse iki nokta arasındaki en kısa yol düz bir çizgi değildir.” Sufilere göre bizim gerçekliğimiz kültürel olarak biçimlenmiş, bir şekilde kişiler ya da toplum tarafından uydurulmuş gerçekliktir. “Bu ‘resmi’ gerçeklikle bir arada var olan bir başka gerçeklik-HAKİKAT- vardır” İşte Sufi, bu gerçekliğe ulaşmak için çaba harcar. Kitapta öğretmen-öğrenci (mürşit-mürit) ilişkisinin özellikleri ve öğrenme sürecinde öğrencinin öğrenmeye hazır oluşluğu detaylandırılmıştır. Kitabın Sufi Yol isimli bölümü sanki Sufiliğin Öğrenme Psikolojisi kuramlarını aktarıyor gibidir. “İlk safhalarda öğrencinin şüphelerinin önüne geçilmez, çünkü bu şüpheler daha sonraki öğrenim için doğru bir motivasyon ve daha iyi bir temel sağlayabilir.” “Sufizm şu vecizeye tutunur, ‘Dünyada ol, ama dünyalı olma’. “… Dünyada olmak fakat dünyalı olmamak aynı zamanda dünyada işlev görebileceğinizi fakat ona bağlı olmadığınızı ifade eder.” Sufi yolunda ilerleyen öğrencilerin neden rehberliğe (yani bir rehbere-öğretmene-mürşide) ihtiyaç duyduğu ile ilgili şunlar söylenir: “İnsanın düşünme modeli ruh halinin değişimlerine ve başkalaşımlarına dayanan sıradan bir modeldir. … İnsanın algılamaları yanlıştır, çünkü öznel ve görecelidirler. … İnsanın olağan halinin çok ötesinde zihin âlemleri vardır. Bu ileri düzeydeki âlemler şimdiki haliyle beynin diline tam olarak çevrilemez. Bu sınırlamalar yüzünden, insanın daha çok bilenlerin rehberliğine ihtiyacı vardır.”
Bu yazıyı yazmama sebep olan esas kitap ünlü psikiyatrist Kemal Sayar’ın derlediği, Sufizm ile ilgilenen yabancı psikiyatrist ve bilim adamlarının yazılarından oluşan Sufi Psikolojisi Bilgeliğin Ruhu, Ruhun Bilgeliği adlı kitap. Bu kitabı okurken tahminimden fazla güçlük çektim. İlk bölümler Sufiliğin teorisini, çıkılan içsel yolculuk sırasında geçilmesi gereken yedi aşamayı ve bunlara tekabül eden benlikler uzun uzadıya anlatılıyor. Eğer kitabı alır da okumaya başlarsanız, anlamadım bunları diye sıkılıp elinizden bırakmayın. Nitekim ilerleyen bölümlerde bu kavramlar tekrar tekrar ele alındığı için bir noktadan sonra anlaşılmaya başlanıyorlar. Kitabın bir negatif yanı da farklı yazarların makalelerinden derlenmiş olduğu için hem tekrarlar fazla hem de geçişlerde arada kopukluklar oluyor. Yine de kitabın üç bölümü bence sufiliğe merak duyan psikolog ve psikoterapistler tarafından okunmalı. Bu bölümlerin isimleri sırasıyla: Tasavvuf ve Psikiyatri, Aşkın İşlev ve Psikoterapi: Bir Sufi Perspektifi, Sufi Uygulamaları ve Bireyleşme Yolu Arasındaki Bazı Paralellikler. Bu kitaptan alıntı yapmaya başlarsam yazacaklarım bir blog yazısına sığmaz. Ama özetle şunu diyebilirim ki Jung’a karşı olan ön yargılarımı yıkmamda bu kitap bir öncü oldu (aşırı derecede metafizik uğraşları olduğunu düşündüğüm için Jung’u sevmezken, Jung terapisiyle Sufi terapisi arasında yapılan karşılaştırma sonucunda denemeye değer bir terapi yaklaşımı olduğuna karar verdim). Bu kitap sayesinde cemaat liderleri olan kişilerin insanlar üzerinde nasıl o kadar etkili olabildiklerini de kavrayabildiğimi düşünüyorum.
Konuyla ilgili yaptığım okumalar sonrasında fark ettiğim diğer bir şey ise yoga, zen budizmi ve sufizmin felsefi boyutta birçok benzerlik barındırdıklarıydı. Henüz detaylı bir karşılaştırma yapacak kadar okuma yapmadım. Sufizm ile okuma yaptıkça, okuduklarımın içsel dünyama yerleşebilmesi için daha çok okuma yapmam gerektiğini hissediyorum. Sufizm, kişinin kendini hazır hissettiğinde çıktığı, meşakkatli bir içsel yolculuktur. Bu yolculukla insan delilik ile alimlik arası bir çizgide yolculuk eder. Yolculuğa çıkmak için güvenilir bir rehber bulmak ön koşuldur. Siz de eğer bu yolculuğa çıkmaya hazırlananlardan biriyseniz ve bu yazımda size biraz da olsa fikir verebildiysem ne mutlu bana. Her şeyin maddi hesaplaşmalarla yürüdüğü günümüzde, manevi değerlere sahip çıkmak, içsel mutluluğa erişebilek dileğiyle…
Bu yazımı Mevlana’nın Whispers of the Beloved adlı kitabından bir dörtlüğüyle kapatmak istiyorum. Herkese birlik ve beraberlik duygusunu yoğun olarak yaşadıkları, mutlu Ramazan Bayramı diliyorum…
Peaceful
is the one
who’s not concerned
with having more or less.
unbound by name and fame
he is free from sorrow
from the world
and mostly from
himself.

Son Not: Sufizm ile ilgileniyorsanız, Kosmos isimli filmi dikkatle izlemenizi tavsiye ediyorum. Sufi söylemleri kullanan bir yabancının, küçük bir toplum içersinde nasıl yaşadığı çok güzel yansıtılmış. Bu filmdeki Battal Kosmos karakteri, delilik ile alimlik arasındaki çizgide yolculuk eden bir Sufi'nin güzel bir örneği...

kosmos fragman | izlesene.com