26 Aralık 2010 Pazar

Ey Aşk Nerdesin?

2010 yılının son haftasına girerken, 2010’da geçirdiğim 51 haftaya baktığımda gözlerimin buğulandığını hissediyorum. İyisiyle, kötüsüyle geride kalan bu 51 haftanın bende yarattığı ilk etki “zaman ne kadar çabuk geçmiş” oluyor. 2010 yılı bende çok sıra dışı değişikliklere yol açmadı. 2010 yılının ilk haftalarında sevdiğim insanlara ve aşık olduğum şehre veda ederken yaşadığım hüzün sanırım 2011 yılının ilk haftasında da kendini gösterecek. Bu sefer bir farkla… Geçen sene İstanbul’a mı dönsem, Barselona’da mı kalsam çelişkisi yaşarken ve çevremdeki herkesi bu kararsızlığıma ortak ederken artık kararlıyım: İstanbul’a döneceğim. Şimdi tek sorun ne zaman döneceğim. Umarım 2011 araştırma projem için hayırlı bir yıl olur, her şey tıkır tıkır işler de ben de Ekim ayında artık İstanbul’umda, bana ait olan bir hayatta, gerçek hayatımda yaşamaya devam ederim.Tümünü Yasla

İstanbul demek, aşk demek benim için. Sokaklara, kalabalığa, çelişkilere, farklılıklara, tanımadığım insanlarla “ne olacak bu memleketin hali” muhabbetlerine, kaosa, çocukluğuma, hayatımdaki insanlara, aileme, Asmalımescit’e, kitapçılara, tek başına bir şey yapmanın lüks olmasına, dedikoduya, anadilime, kitapçılarda saatler geçirmeye, karikatürist ve mizah yazarlarının kelime oyunlarına duyduğum bir aşk. İstanbul demek geçmiş ve gelecek demek. Maalesef bugünümdeki Barselona geçmişim ve geleceğimin İstanbul’u arasında çok sönük kalıyor. İşte bu sönüklüğü biraz olsa çekilebilir kılmak, aradığım aşkı dış dünya yerinde içimde bulmak için, 2010 yılında okumak için seçtiğim kitapların 4 ana temada toplandıklarını söyleyebilirim: Sufizm, Aşk, İstanbul ve Elif Şafak. Sufizm ile ilgili yazımı henüz okumadıysanız, şuradan ona ulaşabilirsiniz. İstanbul ve Elif Şafak’ın kitapları belki gelecekte başka yazılarıma konu olurlar. Bu seferki yazım Aşk üzerine

Aşk… 3 harfin birleşiminden meydana gelmiş bu kelimenin kavramlaştırılması herkesin yaşantısına göre farklılaşır. Dünya üzerinde kaç milyar insan yaşıyorsa o kadar milyar tanım yapılır bu kelime için. Bazıları der ki, ben aşkı tanımlayamam, anlatamam, sadece yaşarım ve hissederim. Bazıları da aşkı dış dünyada yaşayamaz, ancak kelimeler arasında yaşarlar ve yaşatırlar. Çok satan kitapların, çok izlenen filmlerin, çok dinlenen şarkıların, en sansasyonel ünlülerin, en çok para kazanan terapistlerin, bunların hepsinin en temelinde aşkın olması rastlantısal değildir. Aşk aslında her insanın hayatında vardır ancak bazen öyle saklanır ki bir yerlere, inancımızı kaybetmeye başlarız, umudumuzu keseriz, hayat artık çok yavan bir tat vermeye başlar. Benim de böyle anlarım olur, bazen katlanabileceğimden daha sık… İşte o anlarda kelimeler arasında aşkı aramaya başlarım.

Birkaç sene evvel Otto Kernberg’in ki kendisi günümüzün ünlü psikoanalistlerindendir, Aşk İlişkileri adlı kitabını okumaya başlayıp ağır psikodinamik kuram terimleri ve dili yüzünden elimden bırakmıştım bu kitabı. Yaklaşık iki sene önce de Uzman Psikolog Tarık Solmuş’un Bağlanma ve Aşkın İki Yüzü adlı kitabı okuyup hakkında bir yazı yazmıştım ve bunu facebook üzerinden arkadaşlarımla paylaşmıştım. Bu sene, konuyla ilgili okuyup çok beğendiğim ve bu yazıyı yazmam için beni tetikleyen kitap ise Erich Fromm’un “Sevme Sanatı” adlı kitap. Kitabın İngilizce versiyonunu okuduğum için burada yapacağım alıntılar İngilizce olacak. Ancak kitabın Türkçesi’ni kitapçılarda bulmak çok kolay. Bu kitap hakkında yazacaklarım hoşunuza giderse zaman kaybetmeden kitabı edinmenizi tavsiye ederim.

Erich Fromm üniversite 3. sınıfta aldığım kişilik kuramları dersinden aklımda kalan psikoanalitik kuramcılardan biriydi. Sevme Sanatı adlı kitabını rafta gördüğümde kapağında yazan “International Bestseller”, “Classics of Personal Development” kitabın satışını arttırmaya yönelik sloganlar biraz şaşırttı beni. Ciddi bir kuramcı nasıl bir “bestseller” yazmış acaba diye merak edip kitabı aldım hemen. Kitabın önsözünün ilk cümlesinde zaten tipik bir kişisel gelişim kitabı zannedip bu kitabı alanların hayal kırıklığına uğrayacağını şuradan anlayabiliyoruz: “The reading of this book would be a disappointing experience for anyone who expects easy instruction in the art of loving.”

Kitap “Aşk bir sanat mıdır?” sorusuna cevap arayarak başlıyor. Bu bölümde insanların aşk probleminin “sevmek” yerine “sevilmek” temelinden kaynaklandığını düşündüklerini, bu yüzden de insanların kendilerini “birini”, “herkesi” ve “her şeyi” sevmeye kurmak yerine, “biri tarafından” veya “herkes” tarafından beğenilmek için davranış sergilediğini vurguluyor. Bir sanatı öğrenirken bunun teorik ve pratik yanlarında uzmanlaşma gerektiği ve sevme sanatının da bilgi ve çaba sarf edilmeden öğrenilemeyeceği öne sürülüyor.

İkinci bölüm, “Aşk’ın Kuramı”nda aşk-veya- sevgi, ayrılık kaygısına ve yeniden birleşme arayışı temelinde açıklanıyor. Bu bölümde simbiyotik ilişkinin türleri olan mazoşist ve sadist insanların özellikleri de ilgi çekici bir şekilde ele aldıktan sonra “Olgun Aşk” elde edilmesi istendik olan “ideal aşk” olarak ortaya koyulurken şöyle bir tanım yapılıyor: “mature love is union under the condition of preserving one’s integrity, one’s individuality.” “ The active character of love can be described by stating that love is primarily giving, not receiving” alıntısından da aşkın aslında pasif değil, aktif bir duygu olduğunu anlayabiliyoruz. Yani vermesini bilmeyen, sadece alma odaklı bir ilişki yaşayan bir insanın “Aşk” ve/veya “Sevgi” ilişkisi yaşadığından söz edemeyiz. Tam bu noktada, diğer beğendiğim bir söz de “Çok şeye sahip olan değil, çokça verici olan kişi zengindir”. Bizim kültürümüzdeki, “benim gönlüm zengin” sözünü kullanan kişilerin aslında gerçekten zengin olmaları gibi düşünebiliriz bunu. Bir insanı sevmek için ona saygı duymanın gerekli olduğu, saygı duymak için de onun hakkında bilgi sahibi olmanın ön koşul olduğu öne sürüyor Erich Fromm. Bilginin rehberlik etmediği sorumluluk ve ilgi/alaka’nın (Eng. care) kör olduğunu söylüyor. Şu alıntıdan da saygının bir ilişki için ne kadar önemli olduğunu görebiliyoruz: “I want the loved person to grow and unfold for his own sakes, and in his own ways, and not fort he purpose of serving me. If I love the other person, I feel one with him or her, but with him as he is, not as I need him to be as an object for my use.” Bu alıntıdan sonra aklıma şu söz geliyor: “Seni seviyorum çünkü sana ihtiyacım yok. Seni seviyorum çünkü bana ihtiyacın yok.”

Aşık olmak, sevmek için bir insan hakkında bilgi sahibi olmak gerek demiştik. Sadece karşımızdaki kişiyi tanımak sağlıklı bir ilişki için yeterli olmuyor. İnsanın kendisini de objektif olarak tanıması gerekiyor (ki psikoanalitik kuramcılara göre aslında bu çok çaba gerektiren bir şey. Erich Fromm kitabının çeşitli bölümlerinde aşk ilişkisinin Klasik Freud kuramında nasıl ele alındığı ile ilgili atıflarda bulunurken kendi kuramsallaştırmasıyla da dikkat çekici, üzerinde düşünülmesi gereken karşılaştırmalar yapıyor.): “I have to know the person and myself objectively, in order to be able to see his reality, or rather, to overcome the illusions, the irrationally distorted picture I have of him.”

Aşkın Fromm’a göre kuramsal formülleştirilmesi kaba taslak: Aşk = İlgi+Sorumluluk+Saygı+Bilgi (ve bunlarım bütün hepsi birbirleriyle bağlantılı).

İkinci bölümün ikinci alt başlığında, “Ebevenynler ve Çocuk Arasındaki Sevgi” ele alınıyor. Anne ve babaların çocuklarının hayatlarında nasıl figürleri temsil ettiklerinden bahsediliyor ve çocukken anne ve baba ile kurulan ilişki örüntüsünün yetişkinlikteki aşk ilişkisine nasıl etki edebileceği açıklanıyor. Bu bölümü okumadan önce de fazlaca “anneci” olan erkeklerden uzak durma refleksi geliştirmiştim ancak bu bölümü okuduktan sonra gerekli kuramsal bilgiyle bu refleksimde ne kadar haklı olduğumu en azından kendime açıklayabiliyorum: “One cause for neurotic development can lie in the fact that a boy has a loving, but overindulgent or domineering mother, and a weak and uninterested father. In this case he may remain fixed at an early mother attachment, and develop into a person who is dependent on mother, feels helpless, has the striving characteristic of the receptive person, that is, to receive, to be protected, to be taken care of, and who has a lack of fatherly qualities- discipline, independence, and an ability to master life by himself.” Bu alıntıyı hazmettikten sonra birkaç satır yukarıya dönersek, göreceğiz ki, aşk, almak değil vermektir…Çocukluktan olgunluğa aşkın takip ettiği süreç ise şu satırlardan anlaşılabilir: “ Infantile love follows the principle: ‘I love because I am loved.’ Mature love follows the principle: ‘I am loved because I love.’ Immature love says: ‘I love you because I need you.’ Mature love says: ‘I need you because I love you.’

Erich Fromm 3. Bölümü aşkın birbirleriyle bağlantılandırılmış ekonomik, sosyolojik ve psikolojik analizinin bir özeti gibi. “Love and Its Disintegration in Contemporary Western Society” başlığı altında kapitalist düzenin insanları ne kadar yalnızlaştırdığından ve üretken olabilmek için diğer insanlarla girilen rekabetin sevgiyi nasıl etkilediğinden bahsediyor. Ayrıca günümüzde yaşanılan nörotik aşkların kaynaklarından ve bu tip aşkların örüntülerini de bu kısımda ele alıyor. Bir önceki bölümde bahsedilen “Anneci Erkekler”in yetişkinlikle kadınlarla nasıl ilişki kurdukları şöyle açıklanıyor: “ … These men still feel like children; they waht mother’s protection, love, warmth, care and admiration; they want mother’s unconditional love, a love which is given for no other reason than that they need it, that they are mother’s child, that they are helpless. Such men frequently are quite affectionate and charming if they try to induce a women to love them, and even after they have succeeded in this. But their relationship to the woman (as, in fact, to all other people) remains superficial and irresponsible.. Their aim is to be loved, not to love.”

Sevmek bir sanatsa hem kuramsal hem pratik alt yapı gerektirir demiştik başlarken. Erich Fromm kitabı bitirirken son bölümde “The Practice of Love” da “sevme”nin hayat kazanabilmesi için neler gerektiğini özetlemiş: Konsantrasyon, narsistik bakış açısından sıyrılabilme ve inanç benim açımdan “birini”, “bir şeyi”, “insanın kendisini” sevebilmesi için gerekli en önemli üç şey. Özellikle de inanmak ve inanç: “Only the person who has faith in himself is able to be faithful to others.” “To have faith requires courage, the ability to take a riskü the readiness even to accept pain and disappointment.”

While one is consciously afraid of not being loved, the real, though usually unconscious fear is that of loving. To love means to commit oneself without guarantee, to give oneself completely in the hope that our love will produce love in the loved person. Love is an act of faith and whoever is of little faith is also of little love”…

2010 yılına girerken yılbaşı partisinde bana “Kariyer” ve “Başarı” kurabiyesi hediye eden arkadaşım, dün gece doğum günü gecemde “Her şey Aşk’tan” kolyesi hediye etti… Bu bir işaret olmalı…

Ey aşk Nerdesin? Diye başladım bu yazıya, Ey aşk çok yakınımdasın, seni bulmam an meselesi diyerek bitiriyorum…

Herkese Sevgi ve Aşk Dolu bir 2011 geçirmelerini dilerim…

19 Aralık 2010 Pazar

Aşağı Satıcılar İlköğretim Okulu'na Yılbaşı Hediyesi Yağmuru

Bu yardım çağrısının dikkate alınması dileğiyle...

Herkesin ekonomik krizden şikayet ettiği günümüzde, birilerine yardım etmek pek aklımızdan geçmez. Bazen de yardım etmek isteriz ama kimin neye ihtiyaç duyduğunu bilmediğimiz için harekete geçemeyiz. İşte tam da bu noktada olanlar için büyük bir fırsat...

Yüksek Lisanstan bir sınıf arkadaşım idealistlik örneği gösterip Ağrı'nın bir köyüne ilkokul öğretmenliği yapmaya gitti. Eğitime gönülden destek veren insanlar olarak yokluk içinde çocuklara hizmet veren bu okulun ve öğrencilerinin ihtiyaçlarını karşılamak için sağ duyulu herkesi bu etkinliğe davet ediyorum.

Sizlerden beklentimiz aşağıdaki ihtiyaç listesine bir göz atıp, az-çok demeden, bu listeden bir şeyler seçip kargo veya posta yoluyla okula ulaştırmanız.
Listeden tekrarlar olmaması içinde bu etkinliğin duvarına ne göndermek istediğini yazmanızı rica ediyoruz. Kimliğinizin açıklanmasını istemiyorsanız da benimle veya okulun müdür yetkili öğretmeni olan arkadaşım Gökçe Özyılmaz ile iletişime geçebilirsiniz.

Lütfen bu etkinliği duyarlı tanıdıklarınızla paylaşın...

http://www.facebook.com/#!/event.php?eid=149322525118452

Yeni yıla girerken çocukları sevindirme fırsatını kaçırmamanız dileğiyle...


Sayın Yetkili,

Okulumuzun ihtiyaç listesi aşağıda yer almaktadır.

Aşağıda sayılan ihtiyaçların yanı sıra, okulumuzun durumu ciddi onarım çalışmaları gerektirmektedir. Sınıf kapıları kapanmamaktadır. Sınıf pencereleri ise yarı yarıya kırıktır. Bu durum soğuğun içeri girmesine yol açmaktadır. Zemindeki tahtalar oldukça eski olup, altlarında fareler yaşamaktadır. Okulumuzun etrafında istimdat duvarı ve dikenli tel de yoktur. Başıboş hayvanlar okul bahçesine girmektedir.
İlginiz ve duyarlılığınız için şimdiden teşekkür eder, iyi çalışmalar dilerim.

Saygılar

Müdür Yetkili Öğretmen

Uzm. Gökçe Özyılmaz
gokceozyilmaz@gmail.com



AŞAĞI SATICILAR İLKÖĞRETİM OKULU İHTİYAÇ LİSTESİ

Ecza dolabı (İlk yardım malzemeleri ile) 3
Sınıf panosu 20
Yazı tahtası 3
Fotokopi makinesi kartuşu 3
Ayaklı ısıtıcı (UFO) 2
İç cephe boyası (2 renk) 3 sınıf ve koridor boyanacaktır
Bilgisayar ve bilgisayar masası (Hoparlörlü) 5
Kırtasiye malzemeleri
(Okul çantası, kareli-çizgili defterler, kalem, kalemtıraş, cetvel, silgi, A4 ve A3 kağıdı, resim defteri, müzik defteri, dosya, tebeşir (beyaz ve renkli), boya kalemleri, pastel boya, sulu boya, makas, karton, el işi kağıdı, oyun hamuru vb.) Okulumuzda 67 öğrenci bulunmaktadır.

Projeksiyon ve asma aparatı 3
Giyim malzemeleri (Mont, ayakkabı, bot, eldiven, atkı, bere vb.)

Okulumuzda 67 öğrenci bulunmaktadır.

Askı (Montları asmak için) ≈25 askılı, 3 adet

Tatil kitapları (1-5. sınıf düzeyinde) Okulumuzda 67 öğrenci bulunmaktadır.

Okuma kitabı (1-5. sınıf düzeyinde)

Adetin fazla olması öğrencilerin erişeceği kitap sayısını da arttıracaktır.

Temizlik araç-gereçleri ve malzemeleri (Paspas, bez, çamaşır suyu vb.) Eğitim öğretim süresince kullanmaya yetecek miktarda

Soba 3

Kitaplık (Okuma kitapları ve sınıf kitaplarını koymak için) 3

Diş fırçası ve diş macunu

Okulumuzda 67 öğrenci bulunmaktadır. 18

Eğitim materyalleri

* Maket insan vücudu 1
* Dünya küresi 1
* Sayma fasulyesi ve çubuğu 25
* Birim küp 50
* Deney malzemeleri (beherglas, ispirto ocağı, mikroskop vb.) 1
* Türkiye haritası (fiziki ve siyasi) 3
* Dünya haritası 1


Nalburiye malzemeleri 1
(Matkap, çivi vb.)


Sınıf temizlik malzemeleri (Peçete, Kolonya, Islak mendil vb.)
Eğitim öğretim süresince kullanmaya yetecek miktarda

Ampul (Beyaz) 10

Flüt 67

Beden Eğitimi ders için

*Voleybol filesi 1
* Voleybol topu 5
* Futbol kalesi filesi 2
* Futbol topu 5
* Lastik top 5






8 Aralık 2010 Çarşamba

Farklıyım, Farklısın, Farklıyız…

Son iki aydır hayatım birkaç parçaya bölünmüş bir şekilde seyrederken bedenim o kadar yoruldu ki blog yazmaya vakit ayıramadım. Yoğunluğu boşluğa tercih eden bir yapım olmasına rağmen hayatım yollarda geçip uykumu ancak trendeyken almaya başlayınca artık biraz mola vermenin vakti geldi dedim. Neyse ki imdadıma 5 günlük tatil yetişti. Allahtan Noel tatiline de az kaldı. İstanbul’a kavuşmama 9 gün kala heyecanım doruklara tırmanırken bu aralar kafamı kurcalayan konu olan “Farklılık, Çeşitlilik” (Diversity) konusu hakkında birkaç satır yazmaya karar verdim.

Kasım ortası itibariyle resmen ve fiilen araştırmamın pilot aşamasının veri toplama süreci başladı. Alana çıkıp gerçek yaşamların içine girmek çok keyifliymiş, ancak bir o kadar da zor. Neredeyse eş zamanlı olarak bir sivil toplum kuruluşunun eğitim merkezinde staj yapmaya da başladım. Bunlar başlamadan önce çalıştığım okulda da çalışmaya devam ettim. Aynı anda 3 farklı ortamda 3 farklı gerçekle karşılaştım, her biri içindeki farklılık, çeşitlilik birbirinden farklıydı. Bu 3 kurumdaki farklılıklardan bahsetmeden önce bu çeşitlilik, farklılık konusunu daha makro bir düzeyde ele alarak başlamak istiyorum.

Dünya haritasına baktığınızda İspanya Akdeniz’in bir ucunda, Türkiye’nin ise diğer uçta olduğunu görürsünüz. İspanya’yı gören Türklerin birçoğundan duymuşumdur, “burası Türkiye’ye çok benziyor” sözlerini. Zaten benim de Barselona’da okuma kararı almamdaki en büyük nedendi kendimi “İstanbul’daymışım gibi” hissetmem. Tabii seneler geçti, maalesef benim için “her yer İstanbul” olamadı, Barselona’nın her köşesinde, çoğu zaman fark etmeden, İstanbul’u, ona olan aidiyetimi aradım. Türkiye’nin en kaotik şehrini, İspanya’nın belki de en “Nezaket Kurallarına Uyan” şehrinde aradığımı fark etmem zaman aldı. Türkiye’nin kültür mozaiğinin zenginliğinden, İstanbul’un çelişkiler şehri olduğundan bahsetmeme gerek yok sanırım. Barselona’da ise farklı bir zenginlik var. Mesela dil zenginliği. Metroya bindiğinizde bir vagonda en az 10 farklı dil duyabilirsiniz, otobüste yanımda oturanların okudukları kitaplara baktığımda da İspanyolca ve Katalancasından tutun, Gürcüce, Rusça ve daha nece olduğunu anlamadığım birçok kitabın okuyucularını gizliden gizliye süzerim. Dış görünüşlerinde onları “diğerleri”nden ayıran, okudukları kitap haricinde, başka ipuçları ararım. İstanbul’da bana Türkiye’nin kültürel zenginliğini hatırlatan iki kilit yer var: 1. İstiklal Caddesi, 2. Esenler Otogar. Barselona’da ise Turistik yerleri dışarıda tutarsak, sanırım en kilit yerler toplu taşıma araçları ve okullar.

Nüfusunun %18’inin yabancı olduğu bir şehirde, yani Barselona’da, insan yabancı olduğunu fazla hissetmiyor olsa da ait olma konusunda sıkıntı yaşanıldığı da bir gerçek. Şimdi size bir soru: Farklılıklar içinde farklılığınızın kaybolmasını mı, aynılıklar içinde farklılığınızın dikkat çekmesini mi tercih ederdiniz? Seneler önce Dominik Cumhuriyeti’nde yaşadığım zaman aynılıklar içinde (kastım melez ve siyah ırk ağırlıklı bir nüfus) farklılığımın (süt beyaz bir ten rengi) dikkat çekmesinden ne kadar rahatsız edici ve güvenliğimi tehlikeye atıcı bir şey olduğunu fark etmiştim. Diğer taraftan, herkes farklıyken sizin de farklı olmanız siz fark etmeden arada yok olup gitmenize sebep olabilir.

Yukarıdaki soruya vereceğiniz cevap, hayata karşı olan duruşunuzu etkileyebileceği gibi, öğretmen iseniz öğrencilerinize karşı olan tutumunuzu da etkileyecektir. Barselona’daki en kilit yerlerden birinin okullar olduğundan bahsetmiştim. Şimdi bu gözlemimi biraz detaylandırayım.

Aynı dönemde biri yüksek sosyo-ekonomik düzey kesime hitap eden tam özel bir anaokulu, diğeri ise tam aksine, düşük sosyo-ekonomik kesimin gittiği, öğretmenlerin çalışmak istemedikleri bir bölgede olan devlet anaokulundaki farklılıkları gözlemleme, farklı öğrenci popülasyonuyla çalışan öğretmenlerin tutumlarını karşılaştırma fırsatı buldum. Burada yazacaklarım, akademik geçerlilik taşımıyorlar (henüz). İleride veri analizi sürecim bitince daha bilimsel bir şekilde çıkarımlarımı ortaya koymayı umuyorum. Şimdilik bana çarpıcı gelen birkaç gözlemimden bahsedeceğim.

Özel okuldaki sınıftaki farklılık olarak göze çarpan ilk şey dil kullanımlarıydı. Anadilleri farklı olan çocukların toplandığı bu sınıfta bir iki öğrenci dışında herkes en azından 2 dilliydi. 2 öğrenci ise 4 dilli (biri Çince-İngilizce-İspanyolca-Katalanca, diğeri ise İtalyanca-İngilizce-İspanyolca-Katalanca) biliyordu (5 yaşında 4 dili konuşan bir çocuğun beyninin nasıl işlediği mucizevî bir şey gibi geliyor bana). Ancak öğretmenin “farklılık” kavramına giren çocukların başka özellikleri vardı. Öğretmen bu çocukları “My Special Kids” (yani benim özel çocuklarım) olarak tanımlıyordu. Bu çocukların ortak özellikleri ise olgunlaşma düzeylerinin diğer çocukların gerisinde olması, akademik açıdan öğrenme süreçlerinin başarısız olarak değerlendirilmesiydi. Öğretmenin bu çocukların başarılarına yönelik beklenti düzeyi ve onlara karşı tolerans eşiği nispeten daha düşüktü. Sınıf içinde bulunduğum 2 ay içersinde, öğretmenin ısrarla dışlayıcı davranışlarına maruz kalan, bir çocuk (ki bu çocuk davranış bozuklukları sergilemekle birlikte aslında biraz ilgiye ihtiyaç duyan çok da yaramaz olmayan bir çocuktu bence) ailesi tarafından okuldan alındı. Bu durumla ilgili öğretmenin yorumu ise dikkat çekiciydi: “Gitmesindeki tüm suç benim değil, neyse ki okul yönetimi de gittiğine sevindi.” Bu öğretmenin, aileler hakkındaki konuşmalarını duydukça dehşete kapıldım. Olayı “bu insanların çocukları olmamalı.” ya kadar götüren yorumlarla beni şaşırttıkça şaşırttı. Bu kadar farklı çocuk içinde farklılığı en dikkat çeken öğrenci ise, yardımcı öğretmenliğini yaptığım Türk öğrenciydi ki sınıfta konuşulan hiçbir dil ile iletişime geçemiyordu. Bu durumda öğretmenin kolaylaştırıcı bazı stratejiler düşünmesi gerekirken, “zaten farklı, kendini daha da farklı hissetmesini istemiyorum” diyerek üzerindeki iş yükünden kurtulmayı tercih ediyordu. Neyse ki öğrencim benim de desteğimle durumu 2 ay gibi bir sürede olumlu gelişmeler gösterdi ve bana ihtiyaç duymadan okul gününü bitirebilecek duruma geldi. Ancak kişisel olarak üzülüyorum, veliler çocukları iyi eğitim alsın diye onca para veriyorlar ve paralarının karşılığı nasıl bir hizmet aldıklarının farkında değiller.

Devlet okulu örneğimizdeki göze çarpan ilk farklılık ise ırk ve kültür idi. Sınıfın çoğunluğu Fas kökenli olmakla birlikte 2 tane Senegalli öğrenci, 1 Latin, 1 Portekiz’in Romanlarından ve kalanların İspanyollardan oluşuyordu. Ortak dil olarak Katalanca kullanılıyordu. Bu okuldaki araştırma sürecim hala devam ettiği için eminim süreç içinde bu farklılıklarla ilgili daha çok şey karşıma çıkacak. Şimdilik burada yazacaklarım, görüşme yaptığım 2 öğretmenin “farklılık” ve “çeşitlilik” kavramlarıyla ilgili. İki öğretmenin ortak görüşü, bu kadar farklı çocukla çalışmanın ekstra yük getirdiği ve çoğu öğretmenin bu yükü taşımak istemedikleriydi. Bir öğretmen “farklılık”ları zenginlik olarak nitelendirirken, farklı çocukların eğitim sürecinde bir “sorun” olarak görüldüğünü söyledi. Bir yandan da, ortamın çok kültürlü olmasının(hani heterojen sınıf) kültürel farklılıkların dikkat çekmemesini sağladığını dile getirdi. Yani, “herkes o kadar farklı ki, kimsenin farklı olması dikkat çekmiyor.” İki öğretmenin farklılık, çeşitlilik kategorileri birbirlerinden farklıydı. Mesela bir öğretmen, dil, kültür, din, engellilik gibi daha çok görünen özellikleri çeşitlilik olarak vurgularken diğer öğretmen okul sistemi içersinde çocukların eğitim süreçlerini zorlayan farklılığın aile yapısından kaynaklandığını vurguladı.

Özetlemek gerekirse, herkesin aklındaki “farklılık”, “çeşitlilik” kavramı yaşadıkları gerçekliğin yansımasıdır. Farklı çocukların sınıf içinde eğitim sürecine dâhil edilmesinde okul içi ortak bir “farklılık” kavramı oluşturup, bu kavram doğrultusunda etkili stratejiler geliştirilmelidir. Unutmamak gerek ki, bir çocuğu dışlamak, onu kaybetmek çok kolay, kazanmak ise çaba ve zaman gerektirir.

Inclusão (Inclusion) from Rogerio Weikersheimer on Vimeo.


Bu sefer yazım biraz dağınık oldu gibi. Aklımda aslında yazmak istediğim o kadar çok şey var ki bu konuda… Daha staj maceralarım var mesela. Onlar da daha sonraki yazılarıma kalsın…


NOT: Farklılıklar ile ilgili karikatür Tonucci'ye aittir. Daha net bir şekilde görmek ve yazıları okumak için resmi tıklamanız ve orijinal boyutuna ulaşmanızı tavsiye ederim.

Tavsiye: Okul öncesi dönemde farklılıkların eğitim sürecine nasıl dahil edildiğiyle ilgili akademik okuma yapmak isteyenler için de şu makaleyi öneririm:

Petriwskyj, A. (2010). Diversity and inclusion in the early years. International Journal of Inclusive Education, 14(2), 195-212.


14 Kasım 2010 Pazar

Teneffüs Zamanı =Serbest Zaman, Oyun Zamanı = Eğlenerek Öğrenme Zamanı Peki Teneffüs Zamanı Eşit midir? Oyun Zamanı

Uzun bir süre bloğumu başıboş bırakmış gibi oldum. Aslında yazacak çok malzeme var. Acaba bu sefer neyi yazsam diye düşünmem genelde. Bloğumda yer alacak gündem konusu kendini hemen belli eder hayatımın içersinde.

Yaklaşım 1,5 aydır bir okul öncesi eğitim kurumunda 5 yaş grubundaki bir Türk öğrencinin okuluna, sınıfına, öğretmenine, eğitim sistemine ve eğitim dillerine uyum sağlayabilmesini kolaylaştırıcı destek öğretmen olarak çalışıyorum. Bu 1,5 ay benim için inanılmaz bir deneyim oldu. Öncelikle teoride mükemmel görünen uygulamaların pratikte ne kadar uygulanamaz olduklarını yaşadım içim buruk, elim kolum bağlı bir şekilde. Hem okul içersindeki rolüm eğitim psikologluğu olmadığı için hem de okul yönetiminden böyle bir talep gelmediği için ne var olan sisteme, ne eğitim kurumuna, ne de öğretmenin uygulamalarına yönelik bir müdahale etme olanağım yok. Buna rağmen eleştirel bakış açım ve araştırmacı ruhum sınıf içerisinde geçen yaşamı analiz etmeden, kuru kuruya sadece öğrenciye müdahale etmeye razı gelmiyor. Fırsat bulduğumda öğretmene öneriler sunmaya ve aileyi yönlendirmeye çalışıyorum. Ne kadar başarılı olduğuma da öğrencim karar veriyor, sergilediği davranışlarıyla…

Okulda konuşulan İngilizce, İspanyolca ve Katalanca dillerinden hiç birine kendini ifade edebilecek kadar hâkim olmayan öğrencimin özellikle teneffüs zamanında arkadaşlarıyla oyun oynamakta zorlandığını fark etmem uzun sürmedi. Aslına bakarsınız çocukların oyun sürecine girmeleri ve kendilerini oyuna kaptırmaları için, özellikle beş yaş grubu gibi okul öncesi bir yaşta, dil becerilerinin çok gelişmiş olmasına gerek yok. Ancak, çocuğun bir oyun başlatabilme ya da önceden başlamış olan bir oyunun içine girebilme becerilerine sahip olması gerekir. Bu becerilerin uygulanmasında dil her ne kadar önemli bir araçsa da, çocuğun detaylarda saklı olan kültürel kodları da anlaması grup içinde oyuna dâhil olma sürecini kolaylaştıracaktır. Eğer çocuk bu tip becerilerden de yoksunsa yaşıtlarıyla oynamak yerine yalnız başına vakit geçirmeyi, yaşıtları ona yaklaşınca ağlayarak onlara tepki vermeyi veya vurarak onları uzaklaştırmayı seçebilir ki, ben bir ay boyunca öğrencimde bu tip davranışları sık sık gözlemledim.

Gözlemlerim sırasında da aklımda şöyle bir soru belirdi. 3 seans halinde günlerinin 2 saatini okul bahçesinde serbest zaman/teneffüs olarak geçiren bu öğrencilerin ders programında belirlenmiş yapılandırılmış oyun saatlerinin bulunmaması acaba öğrencimin sınıf arkadaşları arasına katılmasını olumsuz yönde etkiliyor olabilir mi? Yani başka bir deyişle, sınıf içerisinde yapılandırılmış oyun saati kapsamında çocukların grup sürecini yaşamıyor olması, tenefüste, serbest oyun zamanında onların oyun kurmalarını zorlaştıran, kurulan oyunlara girmelerini sekteye uğratan bir süreç olabilir mi?

Tabii kafamdaki sorular bunlarla sınırlı kalmadı. Fark ettim ki çocuklar teneffüs sırasında top oynamak dışında kalan oyunlar sırasında, ki bunlar daha çok motor-fiziksel oyun (İngilizcede rough and tumble play olarak geçer), şiddetin dozunu ayarlayamayabiliyorlar. Birkaç kere onlara “oyun mu oynuyorsunuz? Kavga mı ediyorsunuz?” diye sorduğumda “bilmiyoruz” cevabını almak beni şaşırtmış olmakla beraber, alanda uzmanlaşmaya çalışan biri olarak özellikle teneffüs zamanında beliren oyunlar konusunda eksik olduğumu, oyun içindeki kurgusal saldırganlık ile gerçek saldırganlık arasında ayrım yapmakta zorluk çektiğimi fark ettim. Bu alandaki açığımı nasıl kapatırım diye düşünürken karşıma Kaboom! isimli kendini Amerikalı çocukların oyun yaşamını korumaya adamış A.B.D. merkezli bir sivil toplum kuruluşunun verdiği ücretsiz online seminerlerden (webinar) biri çıktı. “Teneffüs: Bir Çocuk Oyunu” konulu semineri veren JC Boushh oyun parkları ve çocukların oyun oynama hakları alanında uzmanlaşmış bir konuşmacıydı. İlk defa canlı ve interaktif bir ortamda online seminere katılmak beni inanılmaz heyecanlandırdı. Hem teneffüs saati oyunları ile ilgili çok güzel bir başlangıç oldu benim için hem de teneffüs zamanı serbest oyun/sınıf içi yapılandırılmış oyun ile ilgili kafamdaki soruyu sorma fırsatını yakaladım. Seminerde ne anlatıldığını duymak isterseniz şu linkten ulaşabilirsiniz. İngilizcesi yeterli olmayanlar için burada kısa bir özetini yapmaya çalışacağım.

Sunum katılımcılara sorulan bir soruyla başladı. “Okul zamanlarınıza geri dönüp baktığınızda teneffüs saatlerinizle ilgili aklınıza neler geliyor?” Benim aklıma ilk gelen şeyler, ilkokul zamanında teneffüslerde lastik oynadığımız, ortaokul ve lisede ise oyun oynamanın yerini okul etrafında turlamanın aldığı, halen devam eden dostluklarımın temellerinin atıldığı, dedikoduların dur durak bilmeden aktarıldığı oldu.

Teneffüs vakti ne zaman olmalıdır konusu öne sürüldü. Sabah mı? Öğleden sonra mı? Öğle yemeği vaktinde mi? Genelde öğle yemeği vaktinde teneffüs saatlerinin uzun tutulduğu ancak bu vakitte çocukların yemek yemek ile oyun oynamak arasında seçim yapmalarının gerekebileceği konusu üzerinde duruldu.

Diğer bir tartışma konusuysa (ki bu benim sorumla en ilgili kısımdı) yapılandırılmış oyun ile yapılandırılmamış/serbest oyun ile ilgiliydi. Bu iki oyun türünün birbirini aslında bütünlediği, birinin diğerinden daha önemli olmaması gerektiği ve birinin diğerinin yerine geçemeyeceği vurgulandı.

Bir diğer konu ise teneffüs saatleri ile akademik başarı arasındaki ilişkiydi. Akademik ebeveynlik olarak adlandırılan çocuk yetiştirme tarzını benimseyen ailelerin önceliği çocuklarının akademik açıdan hazır olmaya verdikleri, bu yönelimle koydukları hedeflerin (ör. Çocuğum doktor olacak) çocukların oyun oynama süreçlerini etkilediği dile getirildi. Amerika’da uygulamada olan “No Child Left Behind” yasasıyla akademik yönelimin vurgulandığı, teneffüs ve oyun saatlerine verilen değerin azaldığı öne sürüldü.

Dış mekânlarda oyun oynanması ile ilgili duyulan endişelerden bir diğerinin ise oyun alanlarında görevli olan öğretmenlerin gözetmenlik yapmakta zorlanması olduğu belirtildi. Öğretmenler gözetme sorumluluklarını yerine getirmekte zorlandıkları için teneffüs saatlerini kısa tuttukları iddia edildi. Bununla birlikte, özellikle büyük şehirlerde sıkça rastlanılan Boogieman Sendromundan (çocuğumun dışarıda oynamasına izin verirsem, başına bir kötülük gelir, biri ona zarar verir inancı) da bahsedildi.

Seminerin önemli bir kısmında teneffüs zamanlarının bilişsel ve fiziksel gelişim üzerindeki olumlu etkileri açıklandı. Teneffüs saatlerinde oyun oynayabilen çocukların özsaygı düzeylerinin yükseldiği, sosyal becerilerinin arttığı söylendi.

Tüm bu özet noktalardan anlayabileceğimiz gibi teneffüs zamanlarının çocukların gelişimleri üzerindeki önemi ve katkısı aslında farkında olduğumuzdan daha fazla. Yine de ben serbest oyun zamanlarıyla yapılandırılmış oyun zamanlarının dengeli gitmesi taraftarıyım. Özellikle, serbest oyun zamanlarında arkadaşlarıyla oynamakta güçlük çeken çocuklar için yapılandırılmış oyun sürecinde arkadaş grubu içerisinde sosyal beceri kazanma süreci başladıktan sonra bu becerileri geliştirmek için serbest oyun saati uygun alan yaratacaktır.

Bu yazımı da burada sonlandırırken konuyla ilgili ayrıntılı bilgi edinmek isteyenlere Pellegrini’nin Recess: its role in education and development isimli kitabına başvurmalarını öneririm.

8 dakikanızı ayırarak aşağıdaki videoyu izlediğinizde tenefüs saatinin bir çocuğun dünyasında nasıl etkili olabildiğini daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum. İyi seyiler...


3 Ekim 2010 Pazar

Haklarımızı Oynayalım, Onları Öğrenelim (Yetişkinlere de Öğretelim)

Eylül ayının ilk haftasında İstanbul’da yapılan 17. Uluslararası Eğitimde Yaratıcı Drama Semineri ve Kongresi’ne dinleyici olarak katıldığımdan size bahsedememiştim. Aslında İstanbul’daki son gecemde bir yazı yazıyordum, yetişmedi yarım kaldı. Gecikmeli de olsa ileriki yazılarımda bu kongreden size daha detaylı bahsedeceğim. Bu yazımda ise kongredeki iki oturumun konusu olan çocuk hakları üzerinde yoğunlaşmayı tercih ettim. Geçen hafta Barselona şehrinin en önemli festivali La Merce’de de bu konudaki çalışmalardan bir iki örnek görünce bu konuyu ele almanın zamanının geldiğini anladım. Nitekim çocuk hakları sadece okullarda öğretilemez, ev içersinde başlar, okulda devam eder ve bu öğrenme süreci içinde yaşanılan sosyal çevreden de destek görürse uygulamaya geçer. Yoksa her şey kağıt üzerinde kalır. Hakların hayata geçmesindeki en önemli faktör şüphesiz bilinçlenme, farkındalık kazanma ve bu bilişsel düzeydeki bilgiler davranış düzeyine aktarabilmek için günlük hayatta pratiğe dökmek.

Yazımdaki amacım, çocuk hakları maddeleri şudur, tarihçesi budur gibi detaylara girip sizi detaylarla boğmak değil. Bu konuda bilgi eksikliğiniz olduğunu düşünüyorsanız google’a “çocuk hakları” yazdığınızda eminim karşınıza yüzlerce belge çıkacaktır. Bu yazımda çocuk hakları konusunda çocuklarla çalışmak isteyenler için birkaç materyal/oyun tanıtmak ve “Bakın işte aslında bu yola baş koydunuz mu, hem araç var, hem de bilgi. Yeter ki üşenmeyin ve harekete geçin. Denemekten korkmayın” gibi mesajlar vermek.

Öncelikle Türkiye’den güzel birkaç örnek ile başlayayım:

Drama kongresinde dinlediğim ilk oturum Katıldığım ilk oturum “Haklarımı Oynayarak Öğreniyorum: Çocuk Hakları Üzerine Bir Çalışma” başlığını taşıyordu. Bu oturumda Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Üsküdar şubesi bünyesinde 8-11 yaş grubundaki 18 öğrenciye verilen etkileşimli eğitim metotlarının (işbirliğine dayalı grup çalışmaları, rol oynama vb.) kullanıldığı 5 haftaya yayılmış toplam 9 saatlik eğitimden bahsedildi. Eğitim materyali geliştirmede kullandıkları bir internet sitesinden bahsettiler. Bu siteden çocuk haklarıyla ilgili güzel görsel materyallere ulaşabilirsiniz. Çocuklara hikaye yoluyla haklarını anlatmak isterseniz kullanabileceğiniz kitap iseBalıklara Yüzmeyi Öğreten Denizismini taşıyor. İstanbul’da tatildeyken bu kitabı 6-7 tane büyük kitapçıya sordum ve maalesef hiç birinde bulamadım. Kitaba ulaşmak için internet üzerindeki kitapçılara bakmanız gerekebilir. Bu sunumda dikkatimi çeken diğer bir bilgi ise öğretmenlerin çocuk haklarıyla ilgili bakış açısının değerlendirildiği bir akademik tez idi. Bu tezden ayrıntılı bahsedilmedi ama tezin ortaya çıkardığı bilgilerden olan öğretmenlerin çocuk hakları konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıkları vurgulandı. Bu teze YÖK’ün tez araştırma sayfasından ulaşmaya çalıştım ancak tam metin indirilemiyor. Yine de konuyu merak edeniniz varsa ulaşım detayları şöyle: Öğretmenlerin ve öğrencilerin çocuk haklarına bakışının değerlendirilmesi” Nurgün Çetinkaya, Danışman: Prof. Dr. Ayla Oktay Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü.

Çocuk hakları eğitimi verilirken nelere dikkat edilmesi gerektiğiyle ilgili verilen örnekte çok ilginçti. İstanbul’da bir okulda (ki özel okuldu yanılmıyorsam) verilen çocuk hakları eğitimi sonunda, çocuklar elde edemedikleri haklar ve istekleriyle (ör. Kantin fiyatlarının çok yüksek olması gibi) ilgili protesto gösterileri yapmaya başlamış. Okul idaresi bu durumu nasıl yönetebileceklerini bilememişler. Bu örnekten de anlayabileceğimiz gibi, çocuklara haklarını öğretmek yolun sadece başlangıcı. Bence daha da önemlisi çocuklar üzerinde otoritesi olan yetişkinlere bu hakları içselleştirmek ve onların bu hakları hayata geçirmeleri için gerekli olan davranışsal donanımı kazandırmak.

Türkiye’de gerçekleşecek diğer bir sevindirici etkinlik de 1. Türkiye Çocuk Hakları Kongresi. 26-28 Kasım 2010 tarihlerinde Çocuk Vakfı organizasyonuyla yapılacak kongrenin detaylarına vakfın internet sitesinden ulaşabilirsiniz. Ben şöyle bir göz attım, içeriğinin çok zengin olduğunu gördüm. Katılım şartlarına uygun profildeyseniz mutlaka bu kongreye katılmanızı öneririm. Eminim alanda disiplinler arası paylaşımların yapılacağı bu platformdan güzel meyveler çıkacaktır.

Çocuk Haklarının çocuklara öğretilmesinde kullanılabilecek diğer bir kitapçık da UNICEF tarafından yayınlanmış. Çocuk Haklarına Yolculuk isimli bu kitapçığa buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.

Kongrede katıldığım ikinci oturumda Bilgi Üniversitesi Çocuk Çalışmaları Birimi’nin yaptığı çalışmalardan bahsedildi. Bu yazımda size birbirini tamamladığını düşündüğüm iki çalışmadan bahsedeceğim. İlki, daha önceki yazılarımın birinde bahsettiğim Compasito isimli çocuklar için insan hakları eğitimi kılavuzunun Pusulacık ismiyle Türkçeye tercüme edilmiş olması ve uyarlama sürecinin devam etmesi. Oturuma dinleyici olarak katılan herkese bu kılavuz kitap ücretsiz olarak dağıtıldı. Eğer siz de bu kitaba ulaşmak ve uyarlama sürecine bir katkıda bulunmak isterseniz konuyla ilgili kişinin detayları şöyle:

Gözde Durmuş
Istanbul Bilgi Universitesi Çocuk Çalışmaları Birimi

Tel: (212) 311 75 66 E-mail:info@cocukcalismalari.bilgi.edu.tr

İkinci çalışma ise “Söz Küçüğün” isimli kutu oyunu. Bu oyunu yaklaşık 45 dakika boyunca 4 kişilik gruplar halinde oynayıp daha sonrasında değerlendirme fırsatı bulduk. Güzel bir amaçla yola çıkılarak hazırlanan, görsel olarak neredeyse kusursuz olan bu oyunun eğitim sürecinde kullanılacağı zaman karşılaşılabilecek eksiklikleri de yok değil. Özellikle ilköğretim ikinci kademe öğrencileri için bu kutu oyununun da dahil edildiği bir İnsan Hakları-Çocuk Hakları eğitim programı hazırlanabilir. yle bir programı hazırlarken özellikle öğretmenin bu konuyla ilgili bilgi donanımının yeterli olması ve eğitim hedeflerine uygun bir şekilde süreci planlaması gerekir. Bu “Söz Küçüğün” oyunu başlangıçta eğitim amaçlı değil, “çocuklar iyi vakit geçirsin, iyi vakit geçirirlerken de bir şeyler öğrenirler nasıl olsa” düşüncesiyle yola çıktığı için öğretmenin bu oyunu nasıl kullanabileceği ile ilgili bir kılavuz verilmiyor. Bu yüzden öğretmenin bu oyunu kullanırken sınıfının özelliklerine ve ne amaçla bu oyunu oynattığıyla bağlantılı olarak adaptasyon yeteneğini kullanması gerekir. Pusulacık ve bu oyun kullanılarak 6-8 oturumluk hem keyifli hem de öğretici bir programın geliştirilebileceğini düşünüyorum.

Eminim Türkiye’de bunlar gibi bir çok örnek vardır. Önemli olan bu örneklerin çocukların hizmetlerine sunulup yaygınlaştırılması. Unutmamak gerek ki raflarda duran kitaplardan, kutularından çıkarılmayan oyunlardan bir fayda gelmez.

Türkiye’deki bu örneklerin ortak özellikleri hedef yaş grubu olarak hep ilköğretim düzeyinin seçilmesiydi. Oysaki Katalunya’da 0-3 yaş gruplarında bile ailelere yönelik olsa da çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Öncelikle neredeyse her eğitim kurumunun girişinde, en görünür yerde çocuk haklarıyla ilgili bir afiş veya bilgilendirici bir not bulunur. Eğitim kurumları dışında çeşitli kuruluşlar fırsat buldukları her anı değerlendirip (ki bu La Merce gibi şehrin en önemli festivali de olabilir, bir oyun panayırı da olabilir) çocuk haklarına yönelik oyunlar ile karşımıza çıkarlar. Burada detaylarını uzun uzun anlatmayacağım birkaç oyunun fotoğraflarını koyuyorum.

Fotoğraflara baktığınızda göreceksiniz ki çocukluğumuzda sıkça oynadığımız basit

TUZLUK oyunu bile çocuk haklarını öğretmek için kullanılabilir. Bazen basit ama işlevsel oyunlarla büyük hedeflere ulaşılabilir.


UNICEF’in standında çocuklara oynattığı oyun da bir nevi ipuçlarını tamamla-soruları çöz ve hedefe ulaş masa oyunu.










Joc yazılı gördüğünüz kartın ön yüzünde : Oyun oynayabileceğimiz ve büyüyebileceğimiz zaman, mekan ve arkadaş sahibi olmaya hakkımız var yazıyor.

Bu oyun kartının arka yüzünde ise: Oyunun bir hak olduğunu biliyor muydunuz? Hem de büyümek için gerekli. Bu nedenle çevrenizde oyun oynarken kullanabileceğinizi düşündüğünüz nesneleri arayın. Bu nesnelerin adını yazın ve bunlarla ne oynardınız not edin. Yazıyor. Bu kart gibi diğer kartların da her birinin arkadasın bir görev/soru var. Bunları tamamlayınca oyun kazanılmış oluyor.


Oyun panayırındaki çocuk hakları oyunları ise biraz da yaratıcılık ve ön hazırlık gerektiren cinsten şeylerdi.

Eşitlik hakkıyla ilgili bu oyunda farklı fiziksel özelliklerdeki çocukların parçalarını birleştirerek başka başka farklı özelliklere sahip başka çocuklar yapılandırmak amaçlanmış.



Bu resimlerde de Çocukların "Dinlenilme, Duyulma, Katılma" hakkını hedef alan bir oyunu görebilirsiniz. Bu oyunu çocuk ve annenin beraber oynaması da bence ayrıca çok anlamlı.









Çocuk haklarıyla ilgili gözlemlerim çoğaldıkça size buradan aktarmaya devam edeceğim. Eğer bildiğiniz böyle güzel uygulamalar varsa lütfen yazımın sonundaki yorum kısmına notunuzu bırakıp konuyla ilgilenen herkesi bilgilendiriniz.

Çocuklar geleceğimiz değil ŞİMDİmizdir. Şimdiki zamanını çocuk hakları çiğnenen bir ülkede yaşayan çocuk gelecek zamanında başkalarının hakkını çiğnerken kendini haklı görür. Geç kalmadan Şimdimize sahip çıkalım, gelecekte ümidimizi kaybetmeyelim…

21 Eylül 2010 Salı

Bir Doktora Öğrencisinin İtirafları-3

(Bu yazıyı okumadan önce, 2. yazıyı okumak için tıklayın.)

Doktora konumla ilgili tek satır okumadan geçirdiğim Ağustos tatilimin sonrasında Barselona’ya dönüşümle birlikte Eylül ayı, dönem başı olması sebebiyle üzerime öyle bir çullandı ki kendime gelmem ayın 21’ini buldu. Doktora sürecinde, hayatımda aklıma gelmeyecek şekilde tepkiler vermeye başladı bünyem. Ama öldürmeyen şey güçlendirir hesabı, zaman zaman (ki çoğu zaman) yaşadığım içsel gidiş-gelişlerime rağmen durmak yol yola devam mottosuyla 8 eylül’de İstanbul’dan yola çıktım.

Barselona’da eylül ayı demek oturma izni yenilemek için evrak toplamak, evrak toplama süreci son dakikaya kalınca doktora koordinatöründen okkalı ayar yemek (bu sene gecenin 1inde gönderilen bir maille aldığım bu ayarı, geçen sene daha ağır şartlarda almıştım. Gelecek sene alacağım ayar artık bünye alışkanlığından dolayı etki yapmayacak inanıyorum) bu evrakları teslim etmek için saatlerce sıralarda beklemek ve elzem giderler yüzünden bol bol para harcamak demek. Bu eylül ayının hiç şüphesiz en büyük sürprizi doktora harçlarının %250 ye varan bir oranda artmış olmasıydı. Beni beklemediğim bir anda vurduğu için biraz sarsılmadım dersem yalan olur. Geçen sene senelik 178 euro verdiğimiz programa bu sene 504 euro verecek olmamın bana dokunmasının öncelikli sebebi bu fiyat artışından sadece yabancı öğrencilerin etkilendiğini sanmamdı. Ama yanılmışım. Tüm doktora öğrencileri için fiyat aynı oranda artmış, herkes standart olarak senelik 504 eu ödemeye mahkûm edilmiş. Bu kızgınlığımı biraz azaltmış olsa da şunu sorgulamama engel olamadı: Biz bu 504 eu’yu neden veriyoruz? Okuldan ne ders alabiliyoruz ne de adam gibi seminer düzenleniyor. Geçen sene 2 dönemde sadece 3 günlük bir makale bulmaya yönelik bir seminer verildi ki, eh ben bunu nerdeyse 5 senedir biliyordum zaten dediydim. Bu dönem de bugün öğrendiğime göre niteliksel veri analizi programı olan ATLAS-Ti konulu bir seminerimiz olacakmış. İyi de ben daha niteliksel araştırma metodolojisini içselleştirmeden bu programı öğrenince ne kadar başarılı olurum ki? Demem o ki öğrenciye sormuyorlar neyiniz eksik. Oysaki bir sorsalar, şu an bölümümde doktora yapan 9 dönem arkadaşıma bir dokunup bin ah işitecekler. Bu Bolonya Süreci geldi, hem mertlik bozuldu, hem harçlar kendini aştı hem de program kalitesi düş(müş). –Müş diyorum çünkü duyumlarım bu yönde. Doktora programlarının birçoğu Master Entegreli (2+3 sene) olduğu için doktora sırasında sadece araştırma yapıyorsunuz. Mesela Türkiye’de doktora öğrencilerinin korkusu olan bir “yeterlilik” kavramı burada Bolonya ile birlikte ortadan kalkmış durumda (ben master yaparken buna eş değer olan bir DEA vardı.) Bolonya süreci geldi de ne oldu? Valla, öğrenciler zarar gördü orası kesin. Bölümler hala ağır adaptasyon sorunları yaşıyorlar. Avrupa Birliği Ülkeleri arasında denklik sağlayacağız diye kaliteyi de çıtayı da düşürdüler. Bir de hala aralarındaki işlevsel farkı keşfedemediğim iki tip doktora var burada. İlki Doctorat Propi, yani doktor ünvanınızı üniversitenin verdiği, ikincisi Doctorat Europeu, bu da Avrupa Doktora ünvanına denk geliyor. 2.sini alabilmek için tezininiz AB’nin resmi 2 diliyle yazmanız, en az 3 ay araştırma yapmak için bir AB ülkesine gitmeniz ve tez savunmanızda AB üyesi bir ülkede çalışan bir hocanın bulunması gerek. Bu Avrupa Doktorası’na kimler nasıl kabul ediliyor bunu keşfedemedim, hocalar da bilgi vermedi. Sadece bu ünvanı almak için neler yapılması gerektiğini biliyoruz. Ayrıca ikinci çelişki şu ki, İspanyol bir üniversiteden alınan Doktor ünvanı, Bolonya süreciyle birlikte, her türlü AB’de geçerli sayılmak zorunda. Bu durumda neden daha da kasıp AB Doktoru ünvanı almak gerekir buna da bir cevap veremiyorum. Tek bildiğim iki diploma arasında 30 euroluk bir fark olduğu…

Dün doktora maratonumun ilk engeli olan 1. Komisyon sunumunu yaptım. Sunum öncesi tez önerimi sağ olsun 3 hoca okudu, gecikmeli de olsa geri bildirimlerini verdiler. Ben son dakika insanı olarak her şeyi ancak bir gece önce sabaha karşı bitirdim. Tez önerimi 10 dakika içinde sunmak zorunda olduğum için anlatacaklarımı kısaltmak ve bunu yapmadan önce de her şeyi İngilizceden İspanyolcaya çevirmek ciddi bir vakit kaybına ve ekstra strese neden oldu. 5 saatlik uyku ile girdiğim komisyonun ilk sunumu bana aitti. Sunum yapan 9 kişi içinde araştırma grubundan bağımsız (toplam da 4 araştırma grubu var) araştırma projesi yürüten ben olduğum için en alakasız konu da benimkiydi. Sunumlar genelde öğretmen, öğrenci, aile kimlikleri ve öğrenme süreci ya da akran eğitimi ile ilgiliydi. Sunum öncesi kafamda birçok soru vardı. Acaba araştırma sorularını doğru formüle etmiş miyimdir? Hedef ve amaçların yazımında kullandığım kelimeler uygun mudur? Gibi… Projemle ilgili geri bildirim veren 3 hoca da bu konular üzerinde bir şey söylememişlerdi.

Daha önce itiraf etmiş miydim hatırlamıyorum ama yeri gelmişken söyleyeyim, en zayıf halkam metodoloji. Türkiye’de psikoloji ve eğitim alanında hem hala pek bilim sayılmamasından hem de bu alanda etkin bilgi ve beceriye sahip hocanın çok az olmasından dolayı niteliksel araştırmalarla verilen eğitimin (ki verilen eğitim sadece tanım yapmaktan ibarettir. Hadi diyelim lisansta göstermediler. Ben Yıldız Teknik’te yüksek lisansa başlarken artık niteliksel araştırma da öğreniriz hayali kurarken derslerin başlamasıyla birlikte uğradığım hayal kırıklığını kelimelerle ifade edemem. Hele bir de bu hayal kırıklığının üzerine danışmanımın, boşuna hayal kurma Türkiye’de bu işi yapan hoca sayısı bir eldeki parmak sayısını geçmez, burada da olmadığı için kısaca havada bulut sen niteliksel deseni öğrenmeyi unut dediydi.) kurbanı olarak sadece niceliksel araştırma yapma becerileriyle mezun oldum. Ama gelin görün ki İspanya’da özellikle eğitim ile ilgili alanlarda da tam tersi bir şekilde niceliksel araştırma yapanlara iyi gözle bakılmıyor. Master sırasında aldığımız metodoloji dersi de paradigmalar ve triangulation (üçgenleme) üzerinde uçuştuğu için niteliksel desenlerle ilgili öğrendiklerim sadece fikir düzeyinde kaldı. Eh doktora tezinde de en önemli konu araştırma deseni ve metodoloji olduğu için de ben de paçalar tutuştu tabii.

Tekrar sunum ortamına geri dönmem gerekirse, dikkatleri çeken ilk şey sunum yapacak öğrencilerin farklı kültürlerden gelmesinden dolayı sunumların farklı dillerde yapılmasıydı: 3 Katalan Katalanca, 3 Şilili Şili Aksanlı İspanyolca, 1 Meksikalı Meksika Aksanlı İspanyolca, 1 Brezilyalı Brezilya Aksanlı İspanyolca ben de Türkçe (ki aslında benim İspanyolcamı Fransızca Aksanlılarınkine benzetiyorlar) Aksanlı İspanyolca sunduk. Aldığım geri bildirimlerden ilki bir dahaki sefere sunumumu İngilizce yapmam gerektiği oldu. Gelecek sefere 3 dilli bir komisyon olacak demek oluyor bu. İngilizce yapacak olmak yükümü biraz hafifletecek, çünkü yazılı çalışmalarımın hepsi İngilizce ve ben bunları İspanyolcaya çevirirken hayli vakit harcamak zorunda kaldım. Hatta itiraf ediyorum, bir ara pes ettim ve google translate’e kendimi emanet ettim. Ve fark ettim ki google translate tahminimden daha iyi tercümeler yapıyor…

Geleyim şimdi sunumda kendimi aptal gibi hissettiğim dakikalara. Komisyon başkanı (bana ayar vermekle ün yapan hoca olan Carles Monereo sunumum sırasında 10 dakikayı aşmayayım diye, şunu atla, buraya geç gibi komutlar vererek kaygı düzeyimi arttırdıktan sonra, niteliksel araştırmalarda hipotez yazılmadığını hatırlattı. Ve işte o an suratım kırmızıya döndü mü bilmiyorum ama, “Ben bunu nasıl atlarım yaa” dedim kendi kendime, sonra da “off oysaki 3 hoca projemi okumuştu, biri de mi uyarmaz kardeşim niteliksel çalışmaya hipotez yazılmaz” diye içimde bir minik çapta bir öfke belirdi. Bu olay sayesinde artık unutmam niteliksel ve niceliksel araştırmalardaki en büyük farkı: Neden sonuç ilişkisine bakılmadığı için niteliksel çalışmalarda hipotez öne SÜRÜLEMEZ! En azından hedef ve amaçları doğru yazmışım ki uygun bulundular.

Yapılan diğer sunumların birçoğundan bir şey anlamamış olmakla beraber, bir araştırma önerisinde 700 kişinin denek olarak yer alacak olması, of bu kadar veriyle nasıl başa çıkılır düşüncesiyle beni gerdi. Diğer bir sunumda da Katalan bir doktor adayının daha doğru düzgün araştırma sorusu ve hedef-amaç belirlemeden verilerini toplayıp araştırma felsefesine ve metojolojisine çelişen bir yöntem izlediğine şahit olduk. 3 saat süren komisyon sonrasında herkesin ortak şikayeti danışmanların ne kadar başarısız oldukları ve metodoloji üzerine bir seminere ihtiyaç duyulduğuydu.

Yine uzattım lafı kusura bakmayın. Ama bu doktora süreci hakkında ne yazsam yetmiyor yaşadıklarımı dile getirmeme. Yazımı sonlandırırken senelerdir yüksek lisansını bitiremeyen ve halen okutman olarak çalışan sevdiğim bir arkadaşımla yaptığımız kısa sohbete kendisinin affına sığınarak yer vermek istiyorum (yazılanlar 1-1 kelimeler değildir ama ana fikir aynıdır).

Arkadaşım (A) Ben (B)

A: Şu master tezini yazarken içim sıkılıyor, ekran başında saatler geçiremiyorum. Motivasyonum kalmadı. Ne tavsiye edersin?

B: Bir şey tavsiye edemem. (iç sesim: Kelin ilacı olsa kendi başına sürerdi)

A: Sence kişiliğim doktora yapmaya uygun mu?

B: Bence değil. Sen bir şeye odaklanamıyorsun, hep dağılıyorsun. Ayrıca bünyen zayıf, doktora sürecinde sağlık ciddi zarar görüyor. Bence sağlık önce gelir.

A: Haklısın Canım. Peki doktora yapmamız için neden bu kadar baskı yapıyorlar?

B: Valla bana kimse baskı yapmıyor. Ben konumu sevdiğim için doktora yapıyorum.

A: Peki sence ne yapmalıyım?

B: Herkes doktora yapacak diye bir şey yok. Doktora yapmak demek iyi bir araştırmacı olmak demek. Sen eğer araştırmacı olamıyorsan, en iyisinden uygulamacı olmaya hedeflenmelisin. Alanında çok iyi bir uygulamacı olup yeniliklere imza atabilirsin, yine çok güzel noktalara gelebilirsin. Doktora yapmamak yolun sonu olmadığı gibi Doktora bitince de yapılacaklar bitmiyor. Çok çalışmak lazım her türlü…

Herkese çok verimli bir akademik yıl dilerim… Bu seneki imkansız görevim 2011 Eylül Ayına kadar Hem Pilot Projemi bitirmek hem de 3 etapta gerçekleşecek alan çalışmamı bitirmek. Bakalım bu sefer papaz pilav yiyecek, İspanya'da işler yolunda gidecek mi? Ben inanmıyorum gerçi ama hadi neyse...

Durmak yok! Çalışmaya ve Üretmeye Devam!

Bir Doktora Öğrencisinin İtirafları-4'ü okumak için tıklayın