4 Mart 2012 Pazar

Yazmak bir dert Yayınlatmak başka bir dert: Akademik Makale Yayınlatma’ya giriş…

Bir doktora öğrencisi itirafları yazı dizimde aralıklarla bahsetmişimdir, akademisyen olmak yazarlık becerilerini de kazanmış olmayı gerektiriyor diye. Makalenizi ne kadar güzel yazmış olursanız olun, bunu yayınlatmak için bir kaç ipucunu bilmeniz gerekecek.

Geçen Cuma geç kalkma alışkanlığımı yenerek sabahın köründe azimle kampüse gittim. Amaç Springer yayın evini temsilen gelmiş bir editör’ün “Springer dergilerinde makale yayınlamak için yapılması gerekenler” sunumuna gitmek, biraz ilham almak ve yazamama döngümü kırıp kağıt üzerine bir şeyler dökmek için gaza gelmekti. Yaklaşık 1 saat 45 dakika süren konferansta nasıl makale yazılır’dan çok, yazdığınız makaleleri nasıl yayınlatabilirsiniz sorusuna cevap vermeye çalıştı Natalie Jacobs.


Şahsen Springer’in yayın evi olarak tüm alanlar toplamında dünyada en çok makale ve kitap basan yayın evi olduğunu bilmiyordum. Yalnız sosyal bilimler alanında dergi yayınlamada Informa kitap alanındaysa Palgrave/MacmillanSpringer’ın uzak ara önünde.

Springer’a elektronik ortamda ulaşmak isterseniz www.springerlink.com adresinden makale ve kitaplarını anahtar kelimelerle makaleleri ve chapter düzeyinde kitapları tarayabilirsiniz. İpAd ya da iphone kullanıcıysanız, springerlink application’ını indirmenizi tavsiye ederim.

Author Mapper yine Springer’in verdiği güzel hizmetlerden bir tanesi. Hangi ülkelerden akademisyenlerin alanınızda makale yayımlattığını değişik kategoriler ve anahtar kelimeler yazarak arayabiliyorsunuz. Mesela ben inclusive education diye girdiğimde Avrupa’da İngiltere üzerinde bayrakların yığılma gösterdiğini gördüm ve anladım ki konum en çok bu ülkede çalışılıyor (zaten biliyordum ama böylece daha da emin oldum).

Makalenizi yayınlatmak istiyorsunuz ama uygun dergiyi nasıl seçeceğinizi bilemiyor musunuz?

İşte size bir kaç ipucu:

- Akademik makale arama robotlarına girip (mesela EBSCO) çalıştığınız alanda yayın yapan dergileri karşılaştırabilirsiniz ya da alfabetik sıralamaya bakıp derginin isminin sizing çalışma alanınızla ne kadar uyumlu olduğuna karar verebilirsiniz.

- Derginin ününe ve saygınlığına bakabilirsiniz. Derginin ünü, basılan makalelerin aldığı atıf sayısına (Citation) ve kaç senelik bir geçmişi olduğuna bakılarak anlaşılabilir. Web of Science, Scopus ve Google Akademik dergi makalelerin aldıkları atıf sayılarını bulabilirsiniz. Bu sayfaların sunduğu hizmetlere ulaşmak için bağlı olduğunuz üniversitenin intranet’ine girmeniz gerekebilir. Bu konuda üniversitenizin kütüphanesine danışarak öğrenebilirsiniz.

- Bir derginin uluslarası olma derecesi. Uluslararası bir dergide yayın yapmak istiyorsanız derginin editorial board’una bir göz atmakta fayda var. Editörler grubunun üyeleri ne kadar çok farklı ülkeden geliyorsa, o dergi o kadar uluslar arasıdır.

- Impact Factor: Etki Faktörü’nü baz alabilirsiniz. Bir derginin etki faktörü alabilmesi en az 3-5 sene sürer. Farklı alanlardaki dergilerin etki faktörleri büyük farklılık gösterir. Mesela tıbbi bilimler yayınları yapan dergilerin etki faktörleri psikoloji alanında yayın yapanlardan yüksektir. Alanınızda yayın yapan dergilerin etki faktörlerini öğrenmek için Thomson ISI’yi kullanabilirsiniz. Üniversite intraneti üzerinden bağlantı gerekecektir. (Psikoloji ve Eğitim alanı dergileri impact faktörlerini gösteren bir dökümana buradan ulaşabilirsiniz.) Impact faktörlerini bazen yanıltıcı olabilir. Seçtiğiniz derginin yayın hayatına başlama yılına, o dergiden indirilen makale sayısına ve derginin yayınladığı makale sayısının yıllara göre dağılımına bir göz atmayı unutmayın.

- Alanınızla ilgili bulduğunuz makalelerin referans kısmını takip ederek ilginizi çeken makalelerin basıldığı dergilerle şansınızı deneyebilirsiniz.

- Alanınızda çalışan araştırma gruplarının web sayfalarına girip onların çalışmalarının nerelerde basıldığına bakabilirsiniz.

- Makalelerin reddedilme oranlarını baz alabilirsiniz. Bir derginin makale red etme oranı yüksekse o dergiye makalenizi basma olasılığınız düşüktür. Eğer bir doktora öğrencisi veya yeni mezun bir doktorsanız makalelerinizi red etme oranı düşük dergilere göndermenizde fayda var.

- Makale gönderme- gözden geçirme- değerlendirme ile ilgili açık ve net bir süreci olmayan yayın evlerine makalelerinizi göndermeniz önerilmez. Elektronik ortamdan makaleleri değerlendirmeye almayan yayın evlerini makale yayınlatmak için tercih etmeyin.

Dikkat edilmesi gereken noktalar:

- Önceden başka araştırmalarda kullanılmış bir metodu makalenizde uzun uzun anlatmayın. Önceki yayına atıfta bulunarak süreci kısaltın.

- Başka bir dergide yayınlanmış bir tablo veya bir bölümü kendi makalenizde kullanmanız gerekiyorsa, bunu yayınlatmak için dergiyi basmış olan yayınevinden izin almayı unutmayın.

- Bir makaleniz bir dergide basılmak için değerlendirme sürecindeyse başka dergiye bu makalenizi yollamayın

- Springer’a makaleniz basılırken online olarak yayınlanmasını istediğiniz bir video da gönderebiliyormuşsunuz. Konunuzla ilgili akademik bir video arıyorsanız şu sayfaya bakmanızda yarar var.

Bunları yapmakta fayda var:

- Academia.edu sayfasına girip akademisyen kimliğinizle bir hesap açmak, alanınızdaki akademisyenleri takip etmeye başlamak.

- Linkedin’e girip bir profil açtıktan sonra araştırma ilgi alanınıza uygun gruplar aramak, yoksa kurucusu olmak ve aktif olarak tartışmalara katılmak.

- Twitter üzerinden alanınızda çalışma yapan kişi ve kurumların güncel haberlerini takip etmek.

Unutmayın, kongrelere, konferanslara katılmak, makaleler yayımlamanın en önemli işlevlerden biri de Network yapmak ve her zaman akademik güncellemelerin farkında olmayı gerektirir.

Faydalı Linkler:

http://www.springerexemplar.com/ Bu sayfada İngilizce akademik dilde kullanılan kalıplara ulaşabilir. Aklınıza takılan akademik dil ile ilgili soruları çözebilirsiniz.

http://www.doaj.org Bu sayfadan open Access yayın yapan, ücretsiz tam metin makalelere ulaşabileceğiniz dergileri arayabileceğiniz platform.

http://realtime.springer.com/ Bu sayfadan nereden hangi makaleler indiriliyor, gerçek zamanda takip edebilirsiniz.

http://edanzediting.com/ Yazdığınız makalelerin ingilizcelerini akademik dile uygun hale getirmek için başvurabileceğiniz profesyonel bir şirket olmakla birlikte springer’in işbirliği yaptığı kurum.

Tüm akademisyenlere makale yazma ve yayınlatma maceralarında başarılar ve sabırlar diliyorum…

NOT: Bu yazının herhangi yerini copy-paste yöntemiyle kullanacaksanız lütfen kaynakça olarak blogun adresini belirtin. Emeğe saygı gösterin. Akademisyenler olarak bu konuda hassas olmak mesleki açıdan hepimiz için çok önemli olmalı

İspanyolca bilenler kaynak sunuma şuradan ulaşabilirler...

27 Şubat 2012 Pazartesi

Öğrenmek İstemeyene Öğretmeye Çabalamak Suda Yürümeye Benzer


Farklı bir alanda doktora yapmaya başlayan bir arkadaşımın tavsiyesiyle aldığım, yavaş yavaş da olsa özümseyerek, düşünerek, beğenerek okuduğum “Walking on Waterisimli Derrick Jensen tarafından yazılmış bir kitaptan bahsetmek istiyorum bu yazımda.

Derrick Jensen, üniversitelerde ve hapishanelerde öğrenmeye pek de hevesli olmayan yetişkinlere verdiği yaratıcı yazı yazma derslerinde yaşadıklarını, kullandığı stratejileri kısa öyküler kıvamında anlatırken günümüzün kapitalist eğitim sistemine de dokundurarak öğretmenliğin aslında öğrencilerin kendilerini keşfetmesine yardımcı olması gerektiğini savunuyor.

16 bölümden oluşan kitabın bölümleri eğitimle ilgili güzel ve düşündürücü şeyler söylemiş düşünürlerden alıntılar yaparak başlıyor. Kitabı okurken en çok dikkatimi çeken, yazarın bir sınıfında öğrencilerine sınıfta kimler düşünmeyi sevmiyor dediğinde bir çok kişinin parmak kaldırdığını ve bunun akabinde yaptığı sınıf içi tartışmayı anlatan kısmıydı. Düşünmeyi sevmeyen, düşünmeye üşenen bir öğrenciniz olsa ona istemediği bir şeyi nasıl öğretirdiniz hiç düşündünüz mü? Bu tipte yetişkin öğrencileriniz varsa bu kitap size ilham kaynağı olabilir. İlham kaynağı diyorum, çünkü bu kitap kesinlikle yaratıcı öğretme stratejilerini anlatan, reçete veren bir kitap değil. Öğrenme sürecine ve toplumun dinamiklerine yönelttiği eleştirel bakış açısı üzerinde düşünülmeye değer.

Lafı uzatmadan, kitabı okurken beğendiğim ve altını çizdiğim bölümleri sizlerle paylaşayım. Kitabın orijinal diline sadık kalıp alıntıladığım bölümleri Türkçe’ye çevirmeyeceğim. Kitaptan aktardığım bölümleri beğendiyseniz bu kitabı edinmenizi tavsiye ederim.

“School is indeed a training for later life ..., because it instills the essential cultural nightmare fear of failure, envy of success, and absurdity.” Jules Henry.

“One of the difficulties we have in thinking or speaking about the problems of our school system is that we presume the primary purpıse of school is to help children learn how to read, write and do arithmetic. ..... The process of schooling gives children the tools they can- and often must- use to survive after graduating into “the real world”, and teaches them what it is to be a member of our culture.”

“We are told that standardized testing must be imposed to make sure students meet a set of standardized criteria so they will later be able to fit into a world that is itself increasingly standardized. Never are we asked, of course, whether it’s a good thing to standardize children, knowledge, or the larger world. But none of this- not maps, not dates, not names, not tests- is really the point at all, and to believe so is to fall in to the fallacy that school is about learning information, not behaviors.”

“We live in a culture that is based on the illusion-and schooling is central to the creation and perpetuation of this illusion- that happiness lies outside of us, and specifically in the hands of those who have power.”

“... I’ve always considered it my role instead merely to create an atmosphere in which students wish to learn. .... before asking whether I or anyone else has been successful in the classroom, we need to ask what we want to accomplish.

“It all starts with the children. If you don’t start young enough, you’ll never be able to acculturate them sufficiently so that they disbelieve in alternatives. And if they honestly believe in alternatives they may attempt to actualize them.”

“... I have come to feel that the only learning which significantly influences behavior is self-discovered, self-appropriated learning. .... As soon as the individual tries to communicates such experience directly, often with a quite natural enthusiasm, it becomes teaching and its results are inconsequential. .... sometimes the teaching seems to succeed. It seems to cause the individual to distrust his (or her) own experience, and to stifle significant learning. ... I find that one of the best, but most difficult ways for me to learn is to drop my own defensiveness, at least temporarily, and to try to understand the way in which (another’s) experience seems and feels to the other person.” Carl Rogers

“ ... the only real job of any teacher, especially a writing teacher, is to help students find themselves.”

“If I’ve got power ot authority over someone, it’s my responsibility to use that only to help them. It’s my job to accept and praise them into becoming who they are. But if I see someone misusing power to harm someone else, it’s just as much as my responsibility to stop them using whatever means necessary.”

“Never believe anything you read, and rarely believe anything you think.”

“... rules are meant to be acknowledged, and then ignored.”

“And one of the skills that is oh-so-necessary in these days... is to ability to think critically. ... My friend Jeannette Armstrong says, “We all have cultural, learned behavior systems that have become embedded in our subconscious. These systems act as filters for the way we see the world. ... We have to find ways to challange that continuously. To see things from a different perspective is one of the most difficult things we have to do.””

“Because most of the time it’s fear that creates old behaviors and old conflicts. It’s not necessarily that we believe those things, but we know them so we continue those patterns and behaviors because they’re familiar.”

“If I’m going to improve, I need to know what my weaknesses are as a writer.”

“Do you know what your strengths are as a writer?”

“No.”

“Well, after we find out what your strengths are, your weaknesses will be obvious. Doesn’t it make more sense to find and develop your strengths first?”

“Those who fear to follow their own dreams will attempt to destroy yours.”

“Every teacher should realize he is a social servant set apart for the maintenance of the proper social order and the securing of the right social growth.”

“No wonder we all hate school. And the fact that we do hate school is a very good thing. It means we’re still alive.”

“... things will get better, especially if you take charge of your own life.”

“... that it’s okay to be happy, it’s okay to live your life exactly the way you want it. It’s okay to not get a job. It’s okay to never get a job. It’s okay to find what makes you happy and then to fight for it. To dedicate your life to discovering who you are.”

“ It will be very hard. You’ll make a million mistakes and you’ll pay for them all, one way or another. That’s the only way you learn, or at least it’s the only way I learn. But the hard parts will be your hard parts, they won’t be hard parts other people have imposed on you for their own reasons, or maybe for no reason at all.”

“The function of high school, then, is not so much to communicate knowledge as to oblige children finally to accept the grading system as a measure of their inner excellence.” Jules Henry

“grades are... an explicit acknowledgement that what you’re doing is insufficiently interesting or rewarding for you to do it on your own.”

“I no longer think getting stuck is a bad thing. ... Now, it just gives me information. The information could be that I don’t yet know enough about the subject, and need to do more research. .... Sometimes getting stuck doesn’t mean I lack knowledge about the subject. It means I’m asking the wrong questions.”

“I’ve sometimes taken to saying, “most of my decisions are wrong,” because usually when I’m heading in the right direction there are no decisions to be made.”

“We perceive the entire hierarchy in school exactly opposite to how it really is. You’re not here for me and I’m not here for my supervisor. My supervisor is here to help me, the administrators are here to help him, all the way down the line. You are the reason we’re all here.”

“it’s madness to think that all learning comes from putting pen to paper, ...”

“To be fully human means in part to think one’s own thoughts, to reach a point at which, whether one’s ideas are different from or similar to other men’s, they are one’s own.”

“... there are people (lots of them) who perceive the world as a never-ending struggle for power (that is, who are very frightened), and who are therefore more likely to attempt to exploit this perceived weakness.”

“Avoiding danger is no safer in the long run than outright exposure. Life is either a daring adventure, or nothing.” Helen Keller

“The task teacher faces is to find their own way of teaching, one that manifests who they are.”

“What ever you do, or dream you can, begin it. Boldness has genius, power and magic in it. Begin it now.” W.H. Murray

“On your own, you have to face the responsibility for how you spend time. But in school you don’t. What they make you do may obviously be a waste but at least the responsibilty isn’t charged to your account. School in this respect, once again, like the army or jail. Once you’re in, you may have all kinds of problem but freedom isn’t one of them.” Jerry Farber

“I hate industrial schooling because it commits one of the only unforgivable sins there is: It leads people away from themselves, training them to be workers and convincing them it’s in their best interest to be ever more loyal slaves,...., compelling them to take everything and everyone they encounter down with them.”

“Responsibility without freedom is slavery. Freedom without responsibility is immaturity.”

“We need to be given time, not as a constraint, but as a gift in a supportive place where we can explore what we want and who we are, with the assistance of others who care about us also.”

“Education, if it is to be worthy of its true meaning, can, should, and must be at the forefront of resistance to the routine dehumanization of our whole industrialized mass culture.”

30 Ocak 2012 Pazartesi

Anne-Çocuk-Şehir: Meksika'dan notlar...

2012 yılının ilk ayı bitmiş bile. Ne çabuk... Umarım herkes yeni yıla unutulmaz anlar yaşayarak girmiştir.

2011 senesinin son yazısında bahsetmiştim, hayallerimden birini gerçekleştirmek üzere Meksika'ya gideceğimden, yeni yıla ve yeni yaşıma orada gireceğimden.

Dünyanın en kalabalık 2. şehri olmasından dolayı içimde biraz endişe ve tedirginlik; kafamda güvenlikle ilgili bir sürü soru işareti vardı gitmeden önce. Jet lag'i atlatıp, kendimi sokaklara attığımda bu endişelerimin çok yersiz olduğunu gördüm. Kendimi İstanbul sokaklarındaymışım gibi hissettim. O kaos, o keşmekeş çok tanıdık geldi. Başkent Mexico City ile İstanbul arasında iki ana farklılık buldum: Meksika daha renkli: insanlar, kıyafetler, caddeler, yiyecek-içecekler, dolmuşlar, otobüsler; Meksika'nın boğaz havası eksik...

Meksika'da geçirdiğim 18 gün boyunca 3 ailenin evinde misafir oldum, onların hayatlarını paylaştım, bir sürü insanla ve onların farklı hayat gerçeklikleriyle tanıştım. Beni en çok etkileyen master programında sınıf arkadaşım olan Meksikalı arkadaşımın, eşi ve biri 2,5 yaşında diğeri 6 aylık olan iki çocuğuyla beraber yaşadığı şehirde, onlarla beraber, onların evinde 4 gün geçirmek oldu. İkinci çocukları doğunca tek bursla geçinemedikleri için daha uygun çalışma koşulları ve daha yaşanılası bir hayat için ülkelerine ani bir kararla dönüş yapan ailede arkadaşımın eşi tam bir “süper anne” imajı çiziyordu. Bir taraftan doktora tezini bitirmek için çocukların okulda olduğu her anı değerlendirmek zorunda olan, diğer taraftan haftasonları ders verdiği enstitüsünün gönderdiği son dakika işlerini yapmak, tez danışmanlığını yaptığı 4 öğrencinin projelerini takip etmek, haftanın 3 günü sabahları uzmanlık kursuna gitmek, iki küçük çocuğu okulda değilken onlara bakmak, evi çekip çevirmek, yemek yapmak, çamaşır yıkamak gibi ev işleri ve kısıtlı bütçeyle ay sonunu getirmeye çalışmak gibi marifetleri göze çarpanlardan bir kaçıydı. Profesyonel anlamda çocuklarla iç içe bir hayatım olmasına rağmen ilk defa küçük çocukların olduğu bir evde yaşamak, onların günlük yaşamlarına ayak uydurmaya çalışmak benim için çok farklı bir deneyim oldu. Çocuk yetiştirmenin zor bir sanat olduğunun farkındaydım ama çocukları büyütürken bu kadar çok engelle karşılaşılabileceğini daha önce farketmemiştim.

Arkadaşımın eşiyle Barselona’dan Guadalajara’ya dönüşleri hakkında konuşurlarken en çok çocuklarla beraber şehirin yapısına, koşullarına, şartlarına uyum sağlamakta güçlük çektiğinden bahsetmeye başladı. Bu konu ile ilgili konuşmaya başlayınca iki şeyi farkettim: 1- Barselona’da çocuk büyütülmez diye düşünürken şehre ne kadar fazla haksızlık ettiğimi; 2- Günlük hayatımda, özellikle toplu taşıma araçlarını kullanırken ne kadar bencilce düşündüğümü...
3 yaşından küçük iki çocuğunuz varsa, yanınızda size yardımcı olacak birileri yoksa Meksika’da (özellikle büyük şehirlerinde) boş zamanlarınızın çoğunu evde geçireceksiniz demektir.

Bir şehrin çocuk dostu olup olmadığını anlamak için uzman olmaya gerek yok...

- Öncelikle yanınızda kimse olmadan, sadece çocuklarınızla ne kadar sıklıkla evden dışarı çıktığınızı bir düşünün. Evden çıkmaktan kastım, otoparka inip hususi aracınıza atlayıp bir arkadaşınızın evine gitmek değil. Çocuğunuzu pusetine oturttunuz ve apartmandan dışarı çıktınız. Öncelikle kaldırımlar pusetin kolayca yol alabilmesine uygun genişlikte mi? Genişlik tutturulmuş diyelim, bu sefer de kaldırım yolları delikler, kırık taşlar, karşıdan karşıya geçmek için gereken rampaların olmaması, kaldırımda yürürken geçişinizi kısıtlayabilecek ağaç, tabela vb gibi engellerden ne kadar arınık? Cevabınızı hayal etmek zor değil...

- Kaldırım engelini atlattınız diyelim. Çocuğunuzla nereye gidersiniz? Aklınıza gelen ilk cevap en yakın alışveriş merkezi ise üzgünüm yaşadığınız yer çocuğunuz için ideal bir bölge değil. Daha önceki bir yazımda oyun parklarının öneminden bahsetmiştim, bu yüzden bu noktada fazla detaya girmeyeceğim. Yaşam alanında çocukların buluşabileceği ortak bir oyun alanı da olsa, bu oyun alanlarının korunmasında dikkatli de olunsa hava kirliliği, trafik, gürültü, kaos gibi dış olumsuzluklar ister istemez sizin dışarda çocuğunuzla vakit geçirme istediğinizi azaltacaktır.
1- -

- 0-3 yaş aralığında, birden fazla çocuk sahibi olan annelere geliyor şimdiki sorum: Çocuğunuzla yanınızda başka bir yetişkin olmadan en son ne zaman bir toplu taşıma aracı kullandınız? Cevabınızı duyar gibiyim... “İki küçük çocukla toplu taşıma aracı mı? aklımı peynir ekmekle yemedim ben!” İşte, çocuk dostu olan şehirlerde toplu taşıma aracı kullanmak böyle bir sorun olmaktan çıkıyor. Barselona’da her otobüse binişimde mutlaka bir pusete denk gelirim. Puset sayısı bazen ikiye de çıkabiliyor. Üç oldu mu itiraf ediyorum otobüs içi trafik biraz karışabiliyor. Ancak kimse otobüste puset var diye ufflayıp pufflamıyor-benden başka J... Metronun çocuk dostu olup olmaması büyük şehirlerde yolcu yoğunluğuna göre, Barcelona gibi şehirlerde asansör ve rampa kombinasyonuna göre değişiyor. Barcelona’daki asansör oranı hatların yeniliğine göre değişmekle birlikte, aktarma yapma durumlarında pusetleri yüklenmeye hazırlıklı olmakta fayda var. İstanbul’da hiç bir toplu taşıma aracında puset gördüğümü hatırlamıyorum. Anneler kendi araçlarını ya da taksileri tercih ediyorlar olsa gerek. Bu tercihi yapabilen annelerde genellikle orta ve üstü sosyo-ekonomik düzeye tekabül eder genelde. Düşük sosyo-ekonomik düzeydeki annelerin bu konuda yaşadıklarını merak ediyorum. Şahsen ilerde çocuğum olsa araba kullanma fobim olması nedeniyle kendi aracım olmayacak. Taksilere verilen paranın israf olduğunu düşünmem bir yana her seferinde taksici muhabbetini çekme riski de bana pek cazip gelmiyor. Bu durumda Barselona yaşamak için daha uygun görünüyor.

Meksika örneğim olan Guadalajara’da ise ilginç bir deneyim yaşadık bu konuda. 3 yetişkin 2 çocuk 1 puset toplu taşıma aracıyla optimum düzeyde (zaman/ücret/yürüme mesafesi) yaşadığımız mahalleden şehir merkezine nasıl gideriz diye arkadaşım ve eşi aralarında konuşmaya ve bir strateji belirlemeye koyuldular.

Metro ile gitmeye karar verdikten sonra karşımıza çıkan ilk engel, yaklaşık 20 dakika boyunca puset dostu olmayan bir kaldırımda yol almak, kaldırımda yürünemediği anlarda yoldan geçen arabaların altında ezilmemek idi.

Bu engelleri aştığımızda bu seferde Metro girişinin bulunduğu tarafa geçmek için yapılmış 100 basamaklı bir merdiveni pusetle çıkmaya gözümüz yemediği için ana yoldan (ben diyeyim e5 siz diyin sahil yolu) ezilmeden karşıdan karşıya geçmekle yüz yüze kaldık. Bunu da kazasız belasız atlattıktan sonra karşımıza çıkan, zorlu engel turnikelerde bekleyen görevliyi geçmek oldu. Görevli öncelikle yoğunluk var diye pusetin geçmesine izin vermek istemedi. Puseti katlayıp çocuğu kucaklarına alacaklarını söyleyince görevli geçmemize izin verdi. Ben bir anda bebeği kucağımda buldum. Arkadaşlarım zeki meksikalı örneği göstererek, bindiğimiz vagondaki boşluktan da faydalanarak puseti katlamadılar da metro içinde, ayakta kucağımda bebekle seyahat etmek zorunda kalmadım. Metrodan inişimiz de çok dikkat çekti. Hatta yan vagon içersinde duran güvenlik görevlisi bunlar bu pusetle içeri nasıl girmiş gibisinden dik dik baktı bize metro hareket edene kadar. Turnikelerden puseti dışarı çıkarma sırasında bebek yine benim kucağımdaydı. Mexico City’de ise puset görmemiş olmakla birlikte metronun yoğun olduğu saatlerde yapılan uygulama çok hoşuma gitti. Sabah işe gidiş saatleri ile akşam iş çıkışı saatleri sırasında metronun ilk 3 vagonuna biniş bir levhayla ayrılıyor ve ilk 3 vagona sadece kadınlar ve çocuklar binebiliyorlar. Böylece hınca hınç (İstanbul Metrobüsünü geçen bir yoğunlukta) dolu olan vagonlar yerine nefes alabileceğiniz, hatta ve hatta oturacak yer bile bulma ihtimalinizin yüksek olduğu vagonlarda kadınlar ve çocuklar rahatlıkla seyahat ediyorfu. Ben böyle bir uygulamanın İstanbul’da da yapılması taraftarıyım. Bakarsınız Kadir Topbaş duyar sesimi (bu noktada toplu taşıma da haremlik selamlık oldu, gericilik bağnazlık diz boyu diyen bayanların toplu taşıma deneyimlerini tekrar değerlendirmelerini salık veriyorum).

3 maddede verdiğim örnekler aklıma ilk gelenler. Yaşadığım deneyimleri göz önüne alınca çocuk dostu olma konusunda Barselona gümüş madalya alırken İstanbul ve Guadalajara benim gözümde sınıfta kaldılar... Altın madalya için adayım henüz görmediğim Reggio Emilia.
Peki, Meksika’da çocuklarla ilgili hiç bir olumlu şey göremedin mi diye soracak olursanız, cevabım hazır: 0-6 yaş eğitimi için devlet okullarının olduğunu (hatta arkadaşımın çocuklarının gittiği okulu kısa bir ziyaret sırasında görme fırsatım oldu, fiziksel alanın genişliği muazzamdı), kahvaltı ve öğle yemeği dahil 460 peso (yaklaşık 65 ytl) aylık ücretle çocukların sabah 07:30- akşam 17:00 arasında eğitim alabildiklerini öğrendim. İstanbul’da, özellikle 0-3 yaş okullarının gündüz bakım evi, kreş konseptinden çıkıp eğitim kurumları haline geldiklerini, ve bu eğitim kurumlarının devlet tarafından uygun ücretlerle- ve hatta ücretsiz- anne-babalara sunulduğunu göreceğim günleri umutla beklemeye devam ediyorum.
Yazımı bitirmeden önce karikatürlerini kullandığım Tonucci’yi anmak ve Çocukların Şehri isimli kitabıyla bu konuda büyük katkılar sağladığını belirtmek istiyorum.
Bu kitabı kütüphanemde bulunmakla beraber, İstanbul’da kaldığı için henüz okuyamadım. Kitabın ana temasından yola çıkılarak geliştirilen proje için şu sayfaya bir göz atabilirsiniz.
Çocuklarımızın gelecekte çocuk dostu şehirlere kavuşması dileğiyle...

24 Aralık 2011 Cumartesi

Mutlu Noeller Dünya!


Yaklaşık 5 senedir Barselona'da yaşıyorum ve bu sene ilk defa Noel'de Barselona'dayım. Yerel hükümet değişikliği sonrasında yönetime gelen yeni kadronun Noel'i daha renkli bir hale getirip para harcatmayı teşvik etme kararına müteakip bu sene Barselona geçtiğimiz yıllara göre daha renkli, daha cıvıl cıvıl. Geçen haftasonu şehrin çeşitli sokaklarındaki farklı konsept ve stillerle hazırlanmış ışıklandırmaları görmek için kendimizi sokağa attığımızda bir anda kendimi anıların içinde buldum. Normalde benim için fazla bir anlam ifade etmeyen Noel, bu sene bende daha farklı duygular uyandırdı.

İşte bu yüzden bugün biraz blogumun içeriği dışında bir şeyler yazacağım. Hatta biraz daha ileri gidip özel anılarımı paylaşmak istiyorum sizlerle. 2011'i güzel bir yazıyla kapatıp, 2012'yi hayallerimle kucaklamayı istiyorum...

Noel'i kutlamayan bir kültürden geldiğim için yazımın başlığının Türkçe olması biraz yadırganabilir. Neden Mutlu yıllar değil de Mutlu Noeller yazmış acaba diye düşünülebilir. Her ne kadar yılbaşı temalı bir yazı yazmayı planlamıyor olsam da bu yazımı Noel'e ayırmak istedim. Size farklı kültürlerde yaşadığım Noel kutlamalarından biraz bahsetmeye çalışacağım bu yazımda.


Noel konsept olarak müslüman kültüründeki kutlu doğum haftasına yakın olsa da gerek kutlamaların globalleşmesi gerekse işin ticarete dökülüp dini unsurların minimuma indirilmesi sebebiyle kutlamalar farklı bir şekle dönüşüyor. Temelinde İsa'nın doğum günü kutlanıyorken etrafta İsa'dan çok Noel baba görüyoruz. Ben de işte aslına bakarsanız Noel'in tam da bu yüzünü seviyorum. Noel kutlayan bir kültürden gelen her hangi bir çocuğu durdurup ona sorarsanız en sevdiğin bayram hangisi diye, şüphesiz Noel diyecektir. Noel demek, çocuklar için şekerler, oyuncaklar, ışıklar, noel baba, ren geyikleri, şarkılar, yani rengarenk bir yaşam demek. Neden sevmesinler ki?

Yılbaşı ağacını Hristiyan kültürünün bir sembolü olarak gören bir aileden geldiğim için çocukluğum boyunca evimizde yılbaşı dekorasyonu namına hiç bir şey olmadı. Yılbaşları bile bizim aile için sadece bir açıdan anlamlıydı. Doğum günümün yılbaşına denk gelmesi nedeniyle ailemizde seneler boyunca yeni yıldan çok doğum günü kutlaması havasında geçti. 24-25 Aralık günlerine tekabül eden Christmas- yani Noel'in varlığından bile habersizdim o yıllarda (yabancı dille eğitim yapan bir okulda okuyor olmama rağmen nedense Christmas'ı kafamda hep yeni yılla ilişkilendirmiştim.)

Resmi olarak Noel ile tanışmam 1998 yılının Aralık ayında oldu. Değişim öğrencisi olarak A.B.D.'de koyu katolik bir ailenin yanında yaşadığım dönemdi. Noel gecesi ve günü hazırlıkları günler öncesinden başladı. Salonumuzdaki kocaman bir yılbaşı ağacını kafamda bir noel baba şapkası, güle oynaya süslediğimi hatırlıyorum. Süslemenin en sevdiğim anı şekerden yapılma bastonları ağaca takmaktı. 24ü gecesi Noel ayinine gitmiştik ailem ve o zaman beni ziyarete gelmiş olan bir Türk arkadaşımla. Aldığımız kültüre çok uzak görünen Noel ayininde nasıl davranmamız gerektiğini tam kestirememiştik, onlar dua ediyorsa biz de bildiğimiz gibi dua ederiz diyip Elham ve Sübhaneke okumaya başladığımızı hatırlıyorum sessizce. Gece sonrasında da Amerikalı annem gelip "sizi öyle dua ederken görünce çok mutlu olduk" demişti. Ha kilise ha cami, ha elham ha halleluyah... ne de olsa önemli olan niyetti. Sınıfı geçmiş olmanın mutluluğuyla yatağa gitmiştim ama uyumakta zorlandığımı hatırlıyorum. Çünkü büyük gün ertesi sabahtı. Yani 25 aralık sabahı... O sabah uyandığımda ağacın altındaki hediyeleri açmak için sabırsızlandığımı hatırlıyorum. Tüm aile üyeleri toplanıp teker teker hediyelerimizi açtık. Ağacın altında duran hediyeler dışında bir de çorabımın içindeki hediyeler vardı (ki itiraf ediyorum çorabın içinden çıkanları daha çok beğenmiştim). O sabah dünyanın en mutlu çocuğu bendim... Seneler geçti, hiç bir Noel'de o noeldeki kadar hediye almadım. Belki de bu yüzdendir o günü hatırladıkça içim hala sımsıcak duygularla dolar.

İkinci noel kutlamam Granada'da çok sıcak, tipik bir Endülüslü aile ile oldu. 2006 Aralık ayında, o sene Lizbon'da yaşarken tanıştığım fakülteden arkadaşım olan Granadalı Bea'nın evine davetsizce gittiğimi hatırlıyorum. Noel'e bir kaç gün kala, Bea Noel'de sana geliyorum dediğimde Endülüs sıcaklığıyla bana kucak açmıştı. Annenannenin evine vardığımızda bütün dedeler, nineler, amcalar, teyzeler, halalar, yeğenler oradaydı. Büyük bir yemeğin ardından herkes birbirine hediye vermeye başlayınca kendimi hazırlıksız yakalanmış hissetmiştim. Çünkü Amerika'da hediye değiş tokuşu 25i sabahı yapılır. İspanya'da da 5-6 Ocak arasına tekabül eden Reyes'de hediyelerin verildiğini sanıyordum. Neyseki son anda Noel yemeği kadrosuna dışardan dahil olduğum için kimse de bana hediye almamıştı. Bu içimi hem biraz rahatlatmıştı hem de buruklaştırmıştı. Yaşım 20yi geçmişti o dönemde ama kendimi hala bir çocuk gibi hissediyordum sanırım... Kimsenin bana hediye almamış olması, ne yalan söyleyeyim biraz kalbimi kırmıştı. O geceden hatırladığım son şey de 2 ninenin ellerine garip sesler çıkaran müzik aletleri alıp şarkı söylemeye başlamaları...
Bu sene de Barselona'dayım noelde. İlk defa yaşadığım bir evde Noel Ağacımız var...
Noel'in katalanlara özgü olan tarafı Caga Tio. Bu nedir diyecek olursanız, linkte videoda görebilirsiniz. Gelenek icabı çocuklar bir odundan yapılmış Tio'ya oturup, şarkı söyler: Tioo bizim için fındık ve helva sıç... Noel'in en dini yanını meydanlarda ve meraklı ailelerin evlerinde kurulan Pessebre'ler (İspanyolca Belen) yani İsa'nın doğum sahnelerinin yer aldığı maketler oluşturur. Aşağıdaki resimde öğrencim evindeki Pessebre ile poz verirken görülebilir...
Bu sene evde pek katalan tipinde bir kutlama yapmayacağız. Daha çok Romanya usülü bir kutlama beni bekliyor sanırım. Sabah uyandığımdan beri salonumuzdan Noel şarkıları yükseliyor. Saat 12den beri mutfakta yemekler hazırlanmaya devam ediyor. Dün gece bir sürü Noel konulu film indirdim bu gece izlemeye hazır... 2 Türk 2 Romanyalı evlerimizden uzakta da olsak güzel anlar, güzel tatlar paylaşarak geçireceğiz bu geceyi kesin. Ne de olsa önemli olan bir geleneği yaşatmak, mutlulukları paylaşmak, çevrendekilerin değer verdiği kutlamalara saygı göstermekle kalmayıp bu kutlamalara katılıp onların mutluluklarına ortak olmak...

Blogumu geçen sene bir dönem çalıştığım 5 yaş grubu sınıfının noel gösterisinde söylediği şarkı ile kapatıyorum. "We need a little Christmas" benim en sevdiğim şarkılardan biri. Eğer video sayfa üzerinden çalışmazsa bir de şurayı tıklayarak izlemeye çalışabilirsiniz.

Noel'i kutladıktan sonra yeni yıla da farklı bir kültürde gireceğim. Haftaya Meksika'nın başkenti Mexico D.F.'ye gidiyorum. Dönüşte size orada yaşadığım ilginç şeyleri, öğrendiğim yenilikleri anlatıp farklı bir kültürle daha tanışmanızı sağlamayı umuyorum.

Mutlu Noeller! Feliz Navidad! Bon Nadal! Merry Christmas! Feliz Natal!,С Рождеством! Buon Natale! Среќен Божиќ! Wesołych Świąt! შობა!, 聖誕快樂, Joyeux Noël! Frohe Weihnachten! Marjinal! З Калядамі!, Весела Коледа!, Veselé Vánoce!

7 Aralık 2011 Çarşamba

Sen bu dünyanın neresindensin?

Neredeyse iki aylık bir aradan sonra, yazacak bir çok konu birikmişken 2012 gelmeden bir şeyler yazmak istedim. Kasım ayı o kadar yoğun geçti ki bir baktım Aralık olmuş bile. Bu arada dönem sonu olması sebebiyle her şey üst üste geldi. Sonunda araştırma yaptığım okula yeniden veri toplamak için dönebildim ve alan çalışmama kaldığım yerden tekrar başladım. Katalanca kursum bitti. Ama her şeyden önemlisi neredeyse 1 senedir yaptığım stajım mutlu bir sonla bitti. Dile kolay, iyisiyle kötüsüyle 150 saat...

Boş Zamanlar da dolmalı, ama nasıl? başlıklı yazımda biraz bahsetmiştim geçen sene gittiğim 100 saatlik teorik kurstan. Bu kursun sonunda boş zamanları değerlendirme gözetmeni ehliyetini alabilmek için 150 saat staj ve 20-50 sayfalık tezimsi bir proje yazmak gerekiyor. Bir yandan doktora, bir yandan ingilizce öğretmenliği, bir yandan alanımla alakasız ek işler ve kurslar derken geçen sene haftada 1 gün 5 saat, bu sene haftada 2 günden 10 saat yaptığım stajımı sonunda bitirmenin haklı gururunu yaşadım. Staj yaptığım yer olan Casal dels Infants de Raval İstanbul'un Tarlabaşı'sı gibi olan Barselona'nın Raval mahallesinin sakinlerine hizmet veren bir toplum merkezi olarak düşünülebilir.


Hizmet verenlerin çoğunun gönüllüler ve stajyer öğrencilerden oluşan, her ne kadar bir mahalleye hizmet etmek için kurulmuşsa da şu anda hizmet alanı gerek Barselona içindeki sosyal risk taşıyan bir kaç mahalle olsun, gerekse Fas gibi İspanya'ya göç gönderen diğer ülkelerde olsun hizmet ağı oldukça geniş bir sivil toplum kuruluşu. Bu kurumda görev alabilmenin en güzel yanlarından biri şüphesiz ki gönüllülere ve stajyerlere sunulan ücretsiz sürekli eğitim kursları ve hizmet verenlerin birbirleriyle kaynaşmalarını sağlayan kültürel etkinlikler yapılmasıydı.
Bu noktada Türkiye'deki sivil toplum kuruluşlarının, özellikle de gönüllü hizmet anlayışıyla çalışanların, Casal dels Infants'dan bir çok şey öğrenebileceğini düşünüyorum. Lafı fazla dolandırmadan ben bu kurumun neresinde nasıl bir görev aldım bundan bahsedeyim (bakalım şu linkteki fotoğraflar içinde beni bulabilecek misiniz?.

150 saatlik boş zamanları değerlendirme gözetmenliği stajımı bu toplum merkezinin 3-5 yaş grubuna hizmet veren okul sonrası etkinliklerin yapıldığı merkezde yaptım. Gerek çalıştığımız grubun sosyal risk grubuna girmesi, gerekse staj yaptığım kurumun koyduğu katı kurallar nedeniyle fotoğraf çekemedim (bir kaç foto görmek istiyorsanız şu katologa bir göz atabilirsiniz), yaptığımız şeyleri pek anlatamadım. Bu sefer bir istisna yaparak stajımın bitiminde değerlendirme aracı olarak kullanılan ve tamamen benim ürünüm olan etkinliklerden biraz bahsetmek istedim.

Hem kişisel ilgi alanım olması açısından hem de merkezde bulunan 27 çocuğun Fas'tan, Mali'ye, Bolivya'dan Pakistan'a, Ekvator'dan Brezilya'ya kadar bir çok farklı kültürden gelen ailelerin üyeleri olmaları açısından çok kültürlülükle ilgili bir şeyler yapmak ve çocukların farklı ırk-kültür ve ülkelerle ilgili farkındalıklarını arttırmak istedim. İlgiçtir ki Barselona'nın belki de en çeşitli kültürel popülasyonuna ev sahipliği yapan Raval Mahallesinde bulunan bu kuruluş kültürel farklılıklar konusunda fazla bir çalışma yapmıyor, bunun yerine farklı kültürlerden gelen çocukları katalan kültürüne en çabuk nasıl adapte ederiz üzerinde çalışıyordu.
Oysa ki nadir de olsa bu kadar küçük yaş grubundaki çocuklar arasında bile ırkçı söylemlerle karşılaşmak mümkün oluyordu (Mali'li bir çocukla oynamayı reddeden Faslı çocuk, ten rengi yüzünden onun mide bulandırıcı olduğunu ve onunla kesinlikle oynamayı reddettiğini söylemişti bir keresinde).

Kültürel farklılıklar, çok kültürlü sınıflarda duyarlılığı ve hoşgörüyü arttırmayı hedefleyen hali hazırdaki etkinlik önerilerini ve kitaplarını araştırdığımda özellikle 3-5 yaş grubuna hitap eden beni tatmin edebilecek bir örnek bulamadım. Bu konuda ben neler yapabilirim diye düşündüm. Çocukların 4 yaş ve sonrasında kültürel ve ırksal farklılıkları ayırt edebildikleri bilgisini de göz önünde bulundurarak 5 yaş grubuna yönelik birbiriyle bağlantılı 4 etkinlik hazırladım.

Etkinlik 1: Bilin bakalım bu çocuklar nereli?
Hedef: Çocukların farklı kültürlerden gelen çocukları tanıması.
Araçlar: Google Maps ile oluşturduğum dünya haritası
Sınıftaki kültürel çeşitliliği de dikkate alarak seçtiğim, 16 farklı kültürden gelen çocukların fotoğrafları.
Fotoğrafları duvara yapıştırabilmek için macun yapıştırıcı (blue tack)
Bilgisayar ve Barkovizyon.

Süre: 20-25 dk.

Etkinliği uygulamaya başlamadan önce çocuklar daire şeklinde yere oturur ve etkinlik çocuklara açıklanır. İçinizden kim seyahat etmeyi seviyor? sorusu ile başlanır. Hangi araçlarla seyahat edilir? diye devam edilir. Bugün hep beraber bir dünya haritası üzerinde seyahate çıkacağımız ve farklı ülkelerden ve farklı kültürlerden (bu noktada kültür kavramının basit bir tanımının yapılması gerekir) gelen çocuklarla tanışacağımız söylenir.

Uygulama: Tek tek çocuklara seçilen fotoğraflar gösterilir ve sizce bu çocuk nereli? diye sorulur. Verilen cevaplara göre çocukların doğru cevaba yaklaşabilmeleri için ipuçları verilir. Daha sonra doğru cevabı veren ya da en çok yaklaşan çocuğa, haritanın duvardaki görüntüsü üzerine yapıştırması için ülkesi tahmin edilen çocuğun fotoğrafı verilir.

Uygulama sırasında göze çarpanlar: Çocuklar kendi kültürleriyle benzerlik gösteren çocukları çok kolay tanıyabiliyorlar. Mesela sınıftaki Fas asıllı bir çocuk, kullandığım Faslı çocuğun resminde bir kuzu tutmasını ipucu olarak kullanarak bu çocuk Faslı çünkü benim de Fasta bir kuzum var ve biz onu kesip yiyoruz dedi. Ayrıca dış görünüş farklılıklarına verilen tepkileri gözlemlemek de ilginç. Fiziksel olarak kültürel özelliklerini yansıtan bir Faslı çocuk, Afrikalı zenci çocuğun fotoğrafını görür görmez "Ay ne kadar çirkin" diyerek tepkisini dile getirdi. Bilgi yarışması haline getirilebilinen bu etkinlik çocukların etkin katılımıyla onlar için de eğlenceli bir hal alıyor.

Etkinlik 2: Sen Kime Benziyorsun?

Hedef: Çocukların kendilerine benzeyen çocukların fotoğraflarını tanıması ve neden benzediklerini açıklaması.

Araçlar: Bir önceki etkinlikte kullanılan fotoğraflardan sınıftaki çocukların kültürlerinden gelen çocukların resimleri seçilir.
Tercihen folklorik enstrumental bir şarkı (2-3 dakika uzunluğu geçmemeli) (ben bu etkinlikte kasap havasını arka fon müziği olarak kullandım)
Müzik çalmak için gerekli sistem.

Süre: 10-15 dk.

Uygulama: Müzik başlamadan önce fotoğraflar sınıf etrafına duvarlara yapıştırılır. Çocuklara biraz sonra bir sergiye gidecekleri ve bu sergide gördükleri fotoğraflardan en çok kendine benzeyeni seçmeleri ve müzik bitince bu resmin yanında durmaları söylenir.

Müzik başlar ve herkes sergiyi gezmeye başlar. Müzik bitince tek tek çocukların yanlarına gidilip neden o resmi sectikleri ve kendilerine fotoğraftaki çocuğun ne yönden benzedikleri sorulur.
Uygulama sırasında göze çarpanlar: Çocukların bir çoğu etkinliği tam olarak uygulayamadılar. Ancak bir önceki etkinlikte kendi kültürlerinden gelen çocukları ayırt eden çocuklar kendilerine benzeyen fotoğrafların önünde durdular. Bu fotoğraf sana nasıl benziyor sorusuna verilen cevaplar: Çünkü benim tenim de onun teni de kahverengi, çünkü ikimiz de erkeğiz, saç renklerimiz aynı vs. gibi...

Uygulamanın sağlıklı olabilmesi açısından etkinlik öncesindeki açıklama tane tane yapılmalı ve arka fonda çalan müzik çok uzun ve çok hareketli olmamalı.

Etkinlik 3: Her Türden Çocuk- Hikaye Anlatma...

Hedef: Dış görünüşte farklı olan çocukların birbirleriyle hangi yönlerden benzediklerini öğrenmek
Araçlar: Uygulamanın yapıldığı dilde bir hikaye kitabı. Az yazılı, çok resimli ve interaktifliğe izin veren bir anlatımı olması tercih edilmeli. Ben uygulamayı katalanca yaptığım için seçtiğim kitap "Nens de Tota Mena" oldu.
Süre: 10-15 dk

Uygulama: Kitap okunurken anlatılanlarla ilgili çocukların düşünmelerini sağlayacak sorular sorulur. Çocukların kitapta anlatılan çocuklarla kendileri arasındaki benzerlikleri bulmalarını destekleyecek soruların sorulması hedeflenmelidir.

Uygulama Sırasında Göze Çarpanlar: Mümkünse kitabın bilgisayar ortamında duvara yansıtılarak okunması herkesin daha kolay görebilmesi açısından daha faydalı olacaktır. Hikayenin uzun olmaması ve çocukların gördüklerinden yola çıkarak sizin soracağınız sorulara cevap vermeleri desteklenmelidir. Seçtiğim kitapta tüm çocukların farklı da olsa kendilerini seven ve onlara bakan bir ailesinin veya onlarla ilgilenen yetişkinlerin olduğundan, her çocuğun yemek yediğinden, çiş yaptığından bahsettikten sonra her çocuğun oyun oynamayı sevdiğini söyleyerek hikaye sona eriyordu.

Etkinlik 4: Kültürel Çeşitliliği Boyayalım ve Memory Oynayalım
Hedef: Farklı kültürlerden gelen çocukların renklerini boyayarak kağıt üzerine yansıtabilmek.
Dikkat gelişimini desteklemek.

Araçlar: Farklı kültürlerden gelen kendi kültürlerine özgü giysiler giymiş çocuklarıdan oluşan A4 boyama kağıdı (her çocuğa aynı kağıttan 2 tane verilir).
Tercihen ince uçlu kuru boya kalemi
Makas
Zarf (kişi başı 1 tane)

Süre: 20-30dk

Uygulama: Çocuklara kağıtlar ve boyalar dağıtıldıktan sonra iki kağıt üzerinde ayrı ayrı bulunan aynı resimleri aynı şekilde boyamaları söylenir ve bu bir örnekle desteklenir.
Çocuklar boyama yaparken gözetmenlikle görevli yetişkinler çocuğun işini kolaylaştırmak için resimleri küçük kareler halinde keserler.
Boyama ve kesme işi bitince memory oyunu nasıl oynanır hep beraber bir kaç el oynanarak gösterilir.

(Memory oyunu, kağıtların ters çevirilip eşlerinin bulunması oyunudur).

Uygulama Sırasında Göze Çarpanlar: Çocukların iki farklı kağıtta bulunan eş figürleri aynı boyaması için sürekli gözetmenlik yapmak gerek. Boyama süreci çocukların hızlarına bağlı olarak çok kısa veya çok uzun sürebilir. Hızlıca bitirenler için kağıtları kesme işleri onlara bırakılabilir veya yine aynı konulu bir mandala ek etkinlik olarak sunulabilir. Yavaş boyayanlar ise kalan kartları bir zarf içinde evlerine götürebilir etkinliğe orada devam edebilirler.

Bu 4 etkinliği uygulamak için yaklaşık 1 saat 15 dakikam vardı ve boyama etkinliği biraz hızlandırılmış olarak gerçekleşmiş olsa da zamanı yetirmeyi başardım. Etkinlikler sonunda çocukları tekrar bir daire etrafında toplayıp, değerlendirme ve kapanış oturumu yaptım. Bu oturum çocukların geçirdikleri 1 saatlik bir süre içerisinde neler öğrendiklerini özetlemek ve etkinliklerden hoşlanıp hoşlanmadıklarını anlamak ve üzerine düşünmelerini sağlamak için önemli bir aşamaydı benim değerlendirilmem açısından. Bir çok çocuk özellikle haritalı etkinliği çok sevdiğinden bahsetti. Onların keyif aldıklarını görmek beni de mutlu etti.

Şüphesiz bu etkinliklerin geliştirilebilecek bir çok yanları var. İlk kez uygulandıklarını düşünürsek bence zaman/materyal/açıklama süreci gibi ufak detayları daha dikkatle planlarsanız çok ilgi çekici sonuçlar alacağınıza eminim...

Kültürlere ve farklılıklara dokunmaya korkmayın. Ama dikkatli olun. Etkinlikleri planlarken kalıp yargıları ne kadar desteklediğinizi ya da çocukların hayal güçlerini ne kadar esnettiğinizi göz önünde bulundurun. Ve mutlaka ama mutlaka öğrenirken eğlenmeleri için gerekli ortamı onlara sağlayın...


20 Ekim 2011 Perşembe

Bir Doktora Öğrencisinin İtirafları-5

(Bu yazıyı okumadan önce, 4. yazıyı okumak için tıklayın.)

Dün bitirdiğim bir kişisel gelişim kitabında eğer kariyerinizde istediğiniz noktaya bir türlü gelemiyorsanız suçu başkalarına atmaktan vazgeçip kendinize küçük hedefler koyarak bebek adımlarıyla da olsa ilerlemeye başlayın diye yazıyordu. “Denedim. Olmadı” söyleminden vazgeçin, çünkü denemek diye bir şey yok, bir şeyi ya yaparsınız ya yapamazsınız diye de devam ediyordu.

Denedim, olmadı diyip pes etmek için çok geç artık. 2 sene geçmiş. 2 seneyi çöpe atmayı göze alabilecek kadar uzun değil bu hayat. Sil baştan başlamak gerek bazen diyordu bir şarkısında Şebnem Ferah. İşte benim doktora tez serüvenime çok uydu bu söz. Zaten niteliksel araştırmaların ortak kaderi bu. Araştırma süreci içersinde her şey değişebilir. Yeter ki buna hazırlıklı ve gönüllü olun.



Eylül ayı buralarda bir doktora öğrencisi için çok yoğun bir ay. Tabiri caizse bir doktora öğrencisi için yeni yıl eylül ayında başlar. 1 eylülde Barselona’ya ayak bastığımda 5 eylülde vermem gereken senelik raporumu her ne kadar kafamda tekrar tekrar yazmış olsam da bir türlü yazıya dökememiştim henüz. Her Türk öğrenci gibi son dakikaya kadar maksimum stresle 1 senede yaptıklarımı, ya da yapamadıklarımı, 5 sayfaya sığdırmaya çalışırken olabildiğince dürüst davranmaya çalıştım.


Sonuçta yazdıklarımdan memnun ama gidişattan umutsuz bir tablo çıktı karşıma. Raporu yazma aşamasında danışmanıma ulaşma çabalarım sonuçsuz kaldı. Tez süreci değerlendirme komisyonuna ulaşan raporumu tez danışmanım okumadı. Herhalde şu an bulunduğum noktada en çok şikayetçi olduğum konu bu, Nisan sonundan beri tez danışmanıma ulaşamıyor olmam. Bu nedenle de araştırma sürecimle ilgili sağlıklı bir geri bildirim alamamam...

Neyse efendim, kimseyi suçlamıyoruz ve geliyoruz 20 eylül sabahı komisyonun değerlendirme toplantısına... Komisyonda raporumu değerlendiren hocanın arkasından toplantı odasına yürürken bana dedikleri tam da o an hissettiklerimin kelimeye dökülmesiydi: “Ne kadar karamsar bir rapor yazmışsın. Çok umutsuz, çok karanlık görünüyorsun. Şimdi gel problemlerin hakkında neler yapabiliriz bir bakalım.”

Hoca, yazdığım raporun üzerine notlar alınmış, satır altları çizilmiş çıktısını önüme koyduğunda içimde duyduğum sevinci kelimelere dökemem. 2 sene sonunda birisi yazdıklarım üzerine ciddi kafa yormuştu ve bana yardımcı olabilecek, ilerlemem için bana yol gösterebilecek geri bildirim vermek için notlar almıştı. Yaptıklarımı, yazdıklarımı ve en önemlisi kendimi 2 sene içinde ilk defa bu kadar değerli hissettim.
Araştırmamın veri toplama sürecinde, katılımcı okul bulmakta çektiğim zorluk ve topladığım verilerin başa çıkılamaz derecede birikmesi nedeniyle araştırma desenini değiştirmeye karar vermek zorunda kalmam bende acı bir farkındalık yarattı. Niteliksel bir araştırma yapıyorum ama multiple case study yapamayacaksam benim araştırmam için en uygun desen hangisi? Araştırmamın amaçlarına göre yeni bir desen seçmek mi, seçtiğim desene göre araştırma amaçlarını yeniden belirlemek mi?


Niteliksel verilerin kalitesi araştırmanın geçerliliği açısından çok önemli bir konu. Genelde araştırmacının kendisi tarafından toplanmamış veriler kalitesiz sayılır. Doğal ortamda toplanmamış veriler de geçersiz. Benim korkum ikincisinden kaynaklanıyordu. 2 aylık alan çalışmam çöpe gitmesin diye uyguladığım B planı maalesef korkutuğumun başına gelmesini engelleyemedi. Değerlendirme yapan hoca bu verilerin kullanılamayacağını ve en temizinin yeniden alan çalışması yapmak olduğunu söyledi. Bense hala acaba geçerli olan diğer verileri nasıl kullansam da sıfırdan başlasam diye düşünüyordum ki hala bu sorunun cevabını bulmuş değilim.
Yaklaşık 1 saat süren geri bildirim görüşmesinden sonra vardığım sonuç en kısa zamanda niteliksel araştırma metodolojisi ve niteliksel veri analizi ile ilgili bir ders bulmam gerektiğiydi. Bunun yanında yeni bir danışman bulma gereksinimi de ortaya çıktı. Zaman kaybetmeden üniversitenin web sayfasına girip ders kataloglarını incelemeye başladım. Tam istediğim gibi bir ders bulup çeşitli hocalara mail yazma trafiğine başladım. Maillerime aldığım cevaplar İspanya’daki yüksek öğretimin kanayan yarasının göstergesi gibiydi:
Bir hoca bir kaç ay raporluyum o yüzden dersi başkası verecek, kimin vereceğini bilmiyorum dedi. Diğer bir tanesi ön emekliliğimi aldım, Barselona dışındayım, Barselona’ya ne zaman döneceğimi de şimdiden düşünmüyorum demiş. Bir başkası, dersi son anda başka hocaya verdiler, ismi şu ama e-maili bende yok, ekim başı tekrar yaz bana demiş. Ekim başı yazdım, ekim ortası oldu hala bir cevap yok. Cevap alabildiğim en son hoca ise açık ve net bir şekilde dersin öğrenci kapasitesinin dolu olduğunu, boş vaktinin olmadığını ve ancak kendi öğrencilerine vakit ayırabildiğini yazmıştı.

İspanya’da yaşanan meşhur ekonomik kriz hiç şüphesiz önce sağlık sonra da eğitimi etkiledi. Ama krizden önce de, ilk geldiğim sene, dikkatimi çekmişti hocaların (ya da özellikle devlette çalışan insanların) sürekli raporlu olması. Bolonya süreci sonrasında lisans sınıflarında öğrenci sayısı 200 kişiyi bulabiliyormuş. Araştırmalar ve kadrolara ayrılan bütçe her sene biraz daha kesiliyor. Bu yaz İstanbul’daki kongrede tanıştığım İspanyol araştırmacı bir arkadaş bana şöyle demişti: “İspanya’nın beyin ithal etme gibi bir arzusu yok. Başarılı yabancı öğrencilere yatırım yapalım, İspanya’da kalsınlar, İspanya’yı akademik anlamda daha iyi yerlere getirsinler diye bir kaygıları yok. Bu yüzden de zaten yabancı öğrencilere yatırım yapmıyorlar.” Eğer bütün bunları daha önceden biliyor olsaydım, hiç düşünmeden dok
tora yapmak için başka bir ülke arardım kesinlikle. Ama artık bunu düşünmek için çok geç.

Bu şartlar altında, kimseyi suçlamadan, kendi kendime doktora yapma sanatının ustası olmak üzere küçük bebek adımları atmaya karar verdim, rapor değerlendirme toplantısından tam 1 ay sonra... Elimde yapmam gereken tonlarca okuma, cevabını bulmam gereken bir çok soru, analiz etmem gereken bir çok veri var ve her şey 11 ay içinde bitmeli... Bitmeli değil, pardon... Bitecek... Er ya da Geç Bu Doktora Bitecek...

Başlamak bitirmenin yarısıdır derler, ben de bitirmeyi istemek bitirmenin ta kendisidir diyorum. Bir doktora öğrencisi için ultra lüks bir şey olan rahat alanımdan (comfort zone) çıkıp, bebek adımlar atma zamanı geldi artık. Haydi, eğer siz de hala doktora tezinizin kötü gidişatından, ilerleyememekten, önünüze çıkan engellerden şikayetçiyseniz, başka şeyleri suçlamayı bırakın. Kendinizi de suçlamayın. Önünüze küçük somut hedefler koyun. Bulunduğunuz noktaya kadar gelebilmişseniz eğer, bundan sonrasını yapamamak için önünüzdeki tek engel kendinizsiniz... Aklınızdan çıkarmayın, söylenmeden, aksilik çıkmadan, ters gitmeden, sorun yaşatmadan biten bir doktora tezi yoktur. Doktora tezi yazmak demek sadece araştırma yapma, yürütme yetkinlikleri kazanmış olmanız anlamına gelmez. Doktora sürecinde hayatın karşınıza çıkarttığı problemleri de çözebilmiş, yıkılmadan, sağsalim başarıya ulaştığınız anlamına da gelir. Kıssadan hisse, doktora tezinizi verdiyseniz, zorluklarla başa çıkabilme yetkinlikleri kazanmışsınız demektir.

(Bu yazıyı okuduktan sonra 6. yazıyı okumak için tıklayın.)