30 Ekim 2012 Salı

Bu Gala Daşlı Gala

Yazmayalı aylar oldu farkındayım. Bir kaç kişiden bloguma yazmayı durdurup durdurmadığımla ilgili sorular aldım. Her geçen gün "bugün de yazamadım" diye hayıflanarak geçti. Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Zaman sudan daha hızlı akıp geçti. Yaz tatili bitti, tatilden çok turist gezdirerek. Eylül ayı geldi, doktora sürecimle ilgili acı gerçekler yüzüme çarpıldı, silkelendim sonra kendime geldim. Yoğun geçen günlerden fırsat bulup 2 kere İstanbul'a kaçtım. Bu kaçışlarım sırasında 5 sene içersinde belki de ilk defa acaba Türkiye'ye dönmesem mi diye düşündüm. İstanbul'un trafiği (15 kmlik yolu 3,5 saatte aldım hem de aynı yaka üzerinde ilerlemeye çalışırken), insanların mutsuzluğu, saldırganlığı, tahammülsüzlüğü... Hep böyle miydi İstanbul da ben mi pembe gözlüklerle bakıyordum, yoksa 5 sene içersinde bu toplumun huyuna ve suyuna bir şey mi olmuştu? Cevabını bulamadım.  Her şeye rağmen aileyi görmek, arkadaşlarımla hasret gidermek, İstanbul'a denizden bakmak çok keyifliydi. 

Boğaz keyfini kardeş ülke Azerbaycan'ı keşfetmek için 4 günlüğüne  geride bırakıp yola çıktım. Çocukluğumda hakkında sadece "bu gala daşlı gala" türküsü ve 23 Nisan Çocuk Şenlikleri'nin TRT kutlamalarındaki halk dansları sayesinde bilgi sahibi olduğum, iki bayrak bir millet sloganıyla kardeş olduğumuz sıkça vurgulanan ülkeye doğru yola koyulmamın önemli bir nedeni Eurovision 2012'ye ev sahipliği yapmış olmasıydı. Yine çocukluktan kalma bir alışkanlık, bu yarışmanın sıkı bir takipçisi olarak aslına bakarsanız yarışmayı izlemek için orada olmak istedim ama kısmet yarışmayı yerinde izlemek yerine kurban bayramına orada girmekmiş.

Bakü'deki Eurovision'u ekrandan izlerken şarkı aralarında giren ülke tanıtımlarında ışıklı diyara bayılmıştım. Bakü'deki ilk akşamımda da ekrandaki ışıklı diyar beni karşıladı. Büyülendim... Blogumun konsepti gereği buraya gezi yazısı yazmak yerine gezdiğim gördüğüm ülkelerde gözlemlediğim çocuklarla ilgili eğitim veya etkinliklere yer verdiğim için Bakü'deki turistik maceralarımı bir kenara bırakıp eğitim alanında edindiğim bilgileri ve gözlemlediğim örnekleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bakü her ne kadar dışardan çıplak gözle detaya inmeden bakıldığında ihtişamlı, ışıklarıyla büyüleyici, geniş caddeleri, tertemiz alt geçitleri, büyük ve pahalı arabalarıyla petrolden gelen zenginliği kullanmaya başladığını hissettiren bir şehirse de kurtulmaya çalıştığı geçmişi dar, karanlık ve yolları bozuk olan sokaklarında saklı. Bir yanda sayıca çok olan pahalı arabalar geçerken, öte yanda artık İstanbul'da neredeyse hiç görmediğimiz şahin, doğan ve külüstur ladalar da sık sık karşımıza çıktı. Bu görüntü bize toplum içindeki dengesizliklerle ilgili ilk ipucu oldu. Konuyla ilgili izlenimlerimizi paylaştığımızda ilginç bilgiler aldık. Mesela bir öğretmen maaşı 130-150 manat civarında (1 manat yaklaşık 1 euro), bir üniversite hocasının maaşı ise 300 manat civarındaymış. Ev kiraları merkezde 600-700 manattan başlarken merkezden biraz uzaklaşınca 300 manata da yaşanabilecek bir yer bulunabiliyormuş. Peki bu kadar düşük maaşlarla insanlar nasıl geçiniyor, bu lüks arabalar nereden geliyor diye detayları biraz daha kurcalamaya devam ettik. Öğrendik ki özellikle özel sektörde, özellikle de petrol sektöründeki yabancı şirketlerde çalışan yabancılar burada çok iyi maaşlar alıyor. Devlet üniversitesinde çalışan akademisyenlerin nasıl geçindikleriyle ilgili detaysa bence etik olarak çok tartışmalı. Üniversite'den yakın bir zamanda mezun olmuş bir Azerbaycanlıdan aldığımız bilgiye göre üniversite öğrencileri derslerden geçebilmek için hocalara rüşvet veriyormuş. Bir dersten geçebilmenin rüşveti 1000 dolara kadar çıkabiliyormuş. Verdiği örneğe göre, bir sınıf 25 kişiyse bunların 4 veya 5i dersleri kendileri geçebilirken geriye kalan 20-21 kişiden alınan rüşvetin %25-%30u dersin hocasına kalırken, geriye kalan kısmı dekana gidiyormuş. Böylece üniversitelerin en zengin hocaları da dekanlar oluyormuş. Bu detayı duyunca Azerbaycan'da akademisyen olma fikrinden hemen uzaklaştım. Yine de Bakü'yü o kadar sevdim ki özel sektörde bir pozisyon aranabilir fikriyle ayrıldım kardeş diyardan.

Gezim sırasında öğrenci ve çocukların gerçekleştirdikleri 2 etkinlikle karşılaşma fırsatım oldu. Bir olumlu, bir olumsuz örnek olmaları açısından bunları sizleri aktarmak istedim.

İlk örneğimiz Qobustan'dan geliyor. Eski çağ insanlarının mağara duvarlarına yaptıkları resimleri görebileceğiniz bir açık hava müzesine ev sahipliği yapan Qobustan'da ziyaret kapalı müzeden başlıyor. Müze ilkel tarih devirleriyle ve o devirdeki yaşamla ilgili bilgi vererek turunuza bilgilenerek başlamanızı sağlıyor. İlerleyen odalarda mağara resimleri ve onların anlamlarıyla ilgili detaylı ve çok bilgilendirici sunumlar sayesinde açık hava müzesi kısmına geldiğiniz gördüklerinizi anlamlandırmak için yeterli bilgiye sahip olmuş oluyorsunuz. 
Qobustan müzesinde en hoşuma giden şey şüphesiz küçük ziyaretçilerin unutulmamış olmasıydı. Ufak yaşlardaki ziyaretçilerin çok yazılı bilgilendirici sunumları takip etmeleri dikkat uzamlarının kısıtlılığı nedeniyle zor olacağı için belli noktada onlara interaktif ekranlar aracılığıyla farklı etkinlik opsiyonları aracılığıyla müzenin içerdiği bilgiler hakkında fikir edinmeleri, fikir edinirken de eğlenmeleri hedeflenmişti. Aklımda kalanlardan bir tanesi ekrana dokunarak bir kaplumbağı 5000 yıl öncesinden günümüze doğru hareket ettirirken kaplumbağın durduğu yıl sırasında müzenin bulunduğu alanın coğrafi olarak ne durumda olduğunu gösteren ekrandı. Diğer ise boyama ekranlarıydı. Boş bir ekran üzerine çocuklar isterlerse eski çağ insan-hayvan-bitki veya desenlerinden istediklerini seçip onları ekran üzerinden boyayabiliyorlardı. Bu ekranlar sadece çocukların değil, yetişkinlerin de ilgisini çekiyordu. 
Kapalı müzeyi bitirip açık alana geçtiğimizde ise karşılaştığımız sahne eğitim açısından içler acısıydı. Rehberimiz eşliğinde gezimize devam ederken birden etrafta bir grup başı boş ortaokul öğrencisi belirdi. Bazıları koşa koşa kayaların üzerine tırmanmaya çalışırken, diğerleri çoktan yüksek bir kaya üzerinde yerlerini almış arkadaşlarına bağırıyordu. Yaş icabı gürültücü olmalarını kabullenebilmiş olsak bile belli ki eğitim amaçlı bir okul gezisine çıkmış olan bu öğrencilerin ne güvenlik açısından risk taşıyan hareketlerini engellemeye çalışan ne de bulundukları alanın önemiyle ilgili bilgilendiren ve onlara rehberlik eden bir öğretmen yoktu başlarında. 
Avrupa'daki pek çok müze gezim sırasında karşılaştığım öğrenci ziyaretlerinde genelde öğrencilerine eğitim hedeflerine yönelik görevlerin verildiğini gözlemlemiştim. Burada karşılaştığım sahne ise öğretmenlerin de gezerken öğrenme-öğretme etkinlikleri programlama açısından ne kadar vasıfsız olduklarını gösterdi bana. Aslına bakarsanız bu sahne yabancı sayılmazdı. Türkiye'de de okul gezilerinin aynı mantıkla yapıldığını biliyorum. Tek bir fark, öğretmenler daha koruyucu olur ve çocukların yüksek kaya tepelerine çıkmalarını bir şekilde engel olurlardı. 
Üstte gördüğünüz iki fotoğrafı Londra'daki British Museum ziyaretince çekmiştim. Açıkça görülüyor ki çocuklar bir amaç doğrultusunda müzeyi geziyorlar ve başlarında öğretmenleri var. Müzelere yapılan alan gezilerinin ön hazırlıklar yapıldıktan sonra belirlenen eğitim amaçlarına ulaşabilmek için programlanan etkinlikler doğrultusunda gerçekleştirilmesi gerektiğiyle ilgili bilgilendirilmeye ihtiyaç duyan öğretmenler için bu iki örnek umarım onlara konunun önemi hakkında biraz da olsa fikir vermiştir. 

Bu yazımda anlatmak istediğim son örnek bir alışveriş merkezinde karşılaştığım bir etkinlikti. Park Bulvar isimli modern alışveriş merkezinin alt katında çok küçük bir alan çocukların şemsiye boyamaları için ayırılmıştı. Çocuklar bir yandan boyama yaparlarken bir yandan da Amerikalı bir Jazz şarkıcısı büyüleyici sesiyle konser veriyordu aynı alanda. Şemsiye boyama fikri benim çok hoşuma gitti. Özellike yağmurlu bir günde çocuklara düz renk şemsiyeler verip kumaş boyalarıyla onları süslemeleri daha sonra da bu şemsiyelerle dışarı çıkıp yağmuru deneyimlemelerine olanak veren bir etkinlik onlar için ne kadar eğlenceli olur bir düşünsenize. 
Şemsiye boyama etkinliği hem proje temelli öğrenmenin bir etkinliği olarak kullanılabilir, hem  de işbirlikçi öğrenme örneği. Etkinliği izlerken hem bireysel hem de grupla çalışan çocuklar gördüm. Aileler ise genelde çocuklarının videolarını ya da fotoğraflarını çekmekle meşguldü. Olsun en azından çocuklarıyla aynı mekanı paylaşıyorlardı. Etkinlik bittikten sonra alana yaklaşıp etkinlik sorumlularıyla konuşmak istedik. Öğrendikki etkinliği organize edenler Alman asıllıymış. Etkinlikte kullanılan özel kumaş boyaları da Almanya'dan getirtilmiş. Yabancılar tarafından organize edilmiş olsa da Bakü'de böyle güzel bir etkinlikle karşılaşmak günüme güzellik kattı. Türkiye'deki yüzlerce alışveriş merkezinden de böyle yaratıcı ve eğitici etkinlik organize etmelerini umuyorum.

Kapanışı bu etkinlik sırasında kaydettiğim video ile yapıyorum: 
"I think to myself .....what a wonderful world"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder