Bir kaç yazı öncesinde bahsetmiştim “Öğrenen Okullar” başlıklı bir konferansa gideceğimi. Geçtiğimiz Çarşamba günü konferans günüydü. Sistemik yaklaşımla ilgili teorik alt yapı hakkında bilgi edineceğim beklentisiyle gitmiştim çünkü aynı hocanın 4 oturumluk çalışma grubuna (ki çalışma grubu sistemik yaklaşıma göre psiko-pedagojik müdahale ismini taşıyordu) başvurduğumda yer kalmadığı için kabul edilmemiştim. Denver Üniversitesi’nde hoca olan Mark Clarke yaptığı sunumla beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Her ne kadar akıcı bir İspanyolca konuşmuş olsa da anladım ki Amerikalı bir hocadan başka bir dilde sunum dinleyince bilgiler çok yüzeysel kalıyor. Konferans bitiminde keşke İngilizce anlatsaydı konuyu dedim. Bununla beraber fark ettim ki insanın kendi dili olmayan, yabancı bir dilde bilgi aktarması gerçekten zor iş (özellikle de sunum yaptığı izleyici kitle bu yabancı dilin doğal kullanıcılarıysa ve salonda aynı dili farklı kelimelerle kullanan 10 küsur ülkeden geliyorlarsa). Sonra bu durumu Şilili bir arkadaşımla tartışmaya başladık. Bana “Senin yerinde olduğumu düşünemiyorum. Üçüncü dilinle bırak kendini ifade etmeyi, akademik alanda bir şeyler başarmaya uğraşıyorsun ve seninle konuşmak hep keyifli ve aydınlatıcı.” Bu sözler üzerine kendi kendime dedim ki gerçekten yaptığım iş akıl karı mı diye soruyorum. Hadi Türkiye’deki akademik ortam benim ihtiyaçlarımı karşılamadı, Amerika’ya gitseydim daha kolay olmaz mıydı bilgiye ulaşmak, bilgi üretmek ve onu ihtiyacı olanlarla paylaşmak. Ama sonrasında zoru başarmanın daha tatmin edici olduğuna karar verdim. Bu noktada yanlış anlaşılmak istemem, Amerika’ya yüksek lisans veya doktora için gitmek hiç kolay değil, hatta oradaki eğitim sistemi doktora öğrencilerini insanlıktan çıkarabiliyor. Ancak insanın kendi dilinde eğitim alması bilgiyi özümsemesi ve yeniden yapılandırması ayrı bir keyif. İşte bu yüzden zaten bu blogu Türkçe yazıyorum (her ne kadar bazı terimlerin Türkçesini bulmakta zorlansam da).
Neyse konuyu daha fazla dağıtmadan konferansta Prof. Clarke’ın aktarmaya çalıştığı fikirlerden genel olarak bahsedeyim. Başlıkla ilgili konuya girmeden önce, Prof. Clarke kendi yaşadığı bağlamın anlaşılması için kendi ailesinin, çalışma arkadaşlarının, yaşadığı şehrin fotoğraflarını gösteren kısa bir power point gösterisi sundu. Bir konuya başlamadan önce konunun şekillendiği kapsamın iyi anlaşılması gerektiğinden bahsetti. Yapacağı sunumun Denver Üniversitesi ve Denver’da bulunan iki okul bölgesinin ortaklaşa çalıştığı bir eylem araştırması (action-research) olduğunu ifade etti. (Fotoğrafların sunulma amacı yerinde olmakla birlikte, araştırma bağlamını aydınlatması yönünden çok yetersiz bulduğumu itiraf etmeliyim. Hadi benim Amerikan Eğitim sistemiyle ilgili hem yaşantısal hem de teorik alt yapım var. Ancak salondaki çoğu dinleyici okulların nasıl bir sistemle yürütüldüğü konuda bir fikri yoktu.)
Sunumun temel kavramı “Kimlik” idi. Prof. Clarke kimliğin bireysel bir şey olmadığını, bir organizasyonun içersinde yaşanılan gerçeklerin etkileşimin bir ürünü olduğunu belirterek söze başladı ve öğrenen okulların kimliklerinin dinamik bir yapı olduğunu ima etti.
Sunumun giriş sorusu ise şuydu: “Hepimiz okuduğumuz okulların bir ürünüyüz. Peki, okulları nasıl iyileştirebiliriz?” Bu sorunun ilk cevabını şöyle verdi Prof. Clarke: Öncelikle kendimizin değişeceği fikrini aklımızda tutarak okul içindeki işbirlikçiler ile çalışmaya başlayarak iyileştirme planı uygulamaya koyulmalı. Yani 1. Adım: Değişimi ortaya atan ajan olarak önce siz değişeceksiniz. (Bir şeyi veya bir kimseyi değiştirmek istiyorsanız önce kendiniz değişeceksiniz, başkalarını değiştirme fikrinden vazgeçin. Değişim dirençle ilgili bir durum değil, kimlikle ilgili bir durumdur.) 2. Adım: Okul içinde görev alan kişilerle işbirliği yapacaksınız ve bu iş birliğinde siz (psiko-pedagojik danışman olarak) hiyerarşik yapının tepesinde olmayacaksınız. Daha doğrusu, hiyerarşik yapı dikey değil, yatay olmalı.
Değişimin gerçekleşmesi için sadece isteklerin değişmesi yetmez, çevrenin ve ortamın da değişmesi gerekir. Ve her şeyden önce değişimin gerçekleşebilmesi için “değişim”den ne kastedildiğinin işe vuruk tanımının yapılması ve bu tanımın da dinamik olması gerekir. Eğer yapılan tanım statik olursa bu bir değişikliğin yapılmasına izin vermeyecektir.
Değişimin en büyük düşmanı alışkanlıklar ve yaşam ritminin rahatlığıdır. Yaşamınızda bir şey değiştiğinde ritim bozulacak, dengeniz sarsılacaktır. Bunun bilinciyle hareket eden birey ve organizasyonlar değişikliğe açık olmayan bir kimlik yapılandırmış olacaklardır.
Konferansın bu noktasında “kimlik” nedir tartışması başladı:
-Kimlik: Ben kimim sorusunun cevabı mıdır? Yoksa
- Kendi benliğimin bana temsil ettikleri midir?
Kimlik vs Benlik (Identity vs Self), Kimlik vs Öz Kavram (Identity vs Self-Concept).
Bu soruların cevabı net bir şekilde verilmedi. Ancak ben yine de konu üzerinde düşünmeniz için buraya yazıyorum. Kimlik nedir üzerinde bir anlaşmaya varılamazsa, organizasyonlarda bu kimliğin değişmesi için bir işbirlikçi girişimden bahsedilemez.
Okullardaki değişimin birincil amacı okul başarısının artması için öğrencilere yardım etmek. Okul başarısı artan öğrencinin daha iyi bir vatandaşa döneceği kabul edilir.
Okulun kimliği ile ilgili çalışılmaya başlandığında 7 faktöre dikkat etmek gerekir:
1- Dünya görüşü.
2- Rutin ve günlük alışkanlıklar, yaşam ritmi.
3- Aile, toplum ve organizasyon içindeki roller. (Öngörülen değişiklikler bu rolleri tehdit edebilir).
4- Eğitim politikaları (okul yönetiminin politik tutumu).
5- Eğitim programları, öğrencilerde gerçekleşmesi beklenen değişimlerin ortaya çıkmasında kullanılacak materyaller.
6-Organizasyonların normları ve yönetmelikleri
7- Fiziksel koşullar ve zamanla ilgili gerçekler.
Her ne kadar organizasyonel kimlik üzerinden çalışacak olsak da bireylerle çalıştığımızı da unutmamalı ve onlarla aramızdaki ilişkiyi sağlamlaştırarak işe başlamalıyız. Değişim ajanı olarak sisteme giren psikolog/danışmanın tutumu bu ilişkinin sağlamlaştırılması açısından çok önemlidir. Baskın olmayan, işbirlikçi bir tutum sergilenmeli. Çözüm üretmek yerine, çözüme ulaşılması için rehberlik edilmeli. Yani reçete sunulmamalı, reçetenin içeriğine işbirlikçilerle beraber karar verilmeli. Sonuçta bir öğretmen, kendi sınıfının dinamiklerini daha iyi bilir. Kendi sınıfıyla ilgili konularda sizden daha uzmandır. Ancak siz de danışman bir uzman olarak ortama farklı bir bakış açısı sunarak katkıda bulunabilirsiniz. Bu ön kabulden yola çıkarak eğitim psikologlarının unutmaması gereken 4 nokta şöyle:
1- Başkalarını değiştiremeyiz, ancak kendi kendimizi değiştirebiliriz.
2- Başkalarının kendilerini değiştirebilmelerine olanak sağlayacak ortamlar yapılandırabiliriz.
3- Öğretmenleri ve öğrencileri dinlememiz gerekir. Değişikliklerin hedef kitlesi olan kişilerin aile ve akademik geçmişleri araştırılmalı ve okul etkinliklerine hangi hedeflere ulaşmak amacıyla katıldıkları anlaşılmalı.
4- Danışanlarımızın deneyimlerine ve onları anlamamız üzerine temellendirilmiş değişim etkinlikleri ve araçları kullanmalıyız.
Son olarak, bir yapıda karşınıza çıkan önemli sorunlar bulundukları sistemde çözülemez. Ör: İki çocuk arasındaki davranış sorununu çözmek için sınıfın yapısına veya öğretmenin tutumuna müdahale etmek gerekebilir ya da aile sistemi devreye sokulabilir.
“Zaman değişiyor. O halde biz de zamana ayak uydurup kendimizi değiştirmeliyiz.”
Yaklaşık 1,5 saat süren bu konferanstan tatmin olmamış bir şekilde ayrılmış olsam da üzerinde düşünmemiz gereken kimlik ve değişim kavramlarını öne sürdüğü için blogumda yer vermenin yararlı olabileceğini düşündüm. Umarım kafanızda birkaç soru işareti oluşturabilmişimdir. Haftaya Perşembe Anna Lindh Vakfı 2010 Forum’u başlıyor. Çok heyecanlandırıcı bir programı var. Oradaki gözlemlerimi ve yaşantılarımı da sizlerle paylaşmayı umuyorum…
"Değişim dirençle ilgili bir durum değil, kimlikle ilgili bir durumdur."
YanıtlaSilKafamda hem soru işaretleri hem de cevaplar yarattı yazın. Eline sağlık canım.