Bu yazımı değişiklik yapıp akademik, bilimsel ve mesleki kaygılardan uzak yazmaya karar verdim. 2 aylık yaz tatilimi Türkiye'nin çeşitli il ve ilçelerinde geçirdikten sonra İstanbulumla vedalaştığım son günde yaşadıklarımı sanırım bir ömür boyu unutamam. O gün yaşadığım şeyler sayesinde anladım ki ben bu şehre aşığım arkadaş. Neden mi? Yaşadığım bunca seneye rağmen bana hala ilkler yaşatabilen, beni şaşırtabilen bir şehir İstanbul... İşte tam da bu yüzden İstanbul ile vedalaşamıyorum bir türlü. Gözüm hep arkada kalıyor. Sanki ardımda gözü yaşlı bir sevgili bırakıyormuşum gibi hissettiriyor...
Bu sefer ki vedalaşmam sevgili kankam, onun eşi ve "tosuncuk tosbaam" sayesinde unutulmaz anlarla dolu dolu geçti. Gün içinde 200kmden fazla direksiyon sallayarak İstanbul'da bizi bir baştan öbür başa gezdiren kendisine teşekkür ederim. Nereleri gezdiğimizi, ne yiyip ne içtiğimizi atlıyorum ve güne başlarken yaşadığımız macerayı anlatmaya geçiyorum...
Sabahın 11:30'unda Taksim'de kankamın arabasına binmemden 5 dakika sonra Gümüşsuyu civarında arkamızdan yavaşça bize yaklaşan, ön camında TNT kanalına ait bir kart taşıyan koyu renkli bir araçtan ne dediği anlaşılmayan bir anons geldi. Bir kaç tekrar sonrasında anladık ki "Yavaşla sağa çek" diyormuş. Biz televizyon aracının bizimle ne işi var diye düşünürken, şöför mahaline yaklaşan genç adam kimliğini göstererek ehliyet ve ruhsat istedi. Meğer bizi durduranlar sivil polismiş. Arkadaşımı arabadan indirdikten sonra diğer sivil polis, önde oturan arkadaşımın eşine küçük hanım kimlik lütfen dedi...
"Pek küçük sayılmayız ama buyrun" dedi. Önce aklımdan vay be demek ki cidden küçük gösteriyoruz diye geçirdim. Daha sonra ben de istek üzerine kimliğimi uzattım. Önce kimliğime sonra bana baktı şaşkın bir ifadeyle. Ve bunu bir kaç kez tekrarladı sivil polis arkadaş. Bir yandan bizi neden durdular acaba diye düşünürken diğer yandan da ayy bir şeyler olsa da macera yaşasak, bizi de indirseler falan arabalar diyerekten öndeki arkadaşımla birbirimize bakışıp gülüşüyorduk. Bir iki dakika sonra arkadaşım direksiyonun başına döndü ve biz de yolumuza devam etmeye başladık. Bir anda sivil polis aracı yanımıza yaklaştı ve korna ile arkadaşımın dikkatini çektikten sonra ona bir avuç şeker uzattılar.
Ne de olsa Şeker Bayramı'nın 2. günüydü. Ne olursa olsun tatlı yiyip tatlı konuşmak gerekti.
Bu yaşantıdan sonra aklımda bir kaç şey kaldı. Sivil polis neden belirtmeksizin sizi her türlü durdurabiliyormuş, cadde üstlerinde duran simitçi, kestaneci ve mısırcılardan ibaret değillermiş, gösterdikleri polis kimliklerindeki arma mikadan yapılmış janjanlı çakma görünümdeymiş, bir de kendilerinden yaşça büyük olan kadınlara küçük hanım diye hitap edebiliyorlarmış.
Katalan Polisi Mossos dışında polis olarak bir Behzat Ç. yi severim, o da dizi karakteri olduğunu için. Gerçek hayatta olsa karşılaşmak istemem ne Behzat Ç gibisiyle ne de herhangi bir Türk polisiyle ama bu sivil polis kardeşler de ellerini öpmemize gerek kalmadan bize şeker verdiler + puan aldılar...
Günün kapanışı da açılış kadar heyecan vericiydi. Bu olaydaki başrol oyuncuları ise Mardinli olduğuna inandığım Taksim-Bakırköy dolmuş şöförü sanki kadın ticareti sektöründe çalışıyorlarmış izlenimi veren biri erkek biri kadın iki Azeri yolcuydu. Kulağımda müzikle dolmuşun kalkmasını beklerken birden arkada bir hareketlenme olduğunu gördüm. Önce sandım ki Azeri müşteriler bagaja bir şeyler koyuyorlar. Meğer durum farklıymış. Azeri bayan kulağındaki küpenin tekini kaybetmiş (gümüş görünümlü koca halka küpelerden) onu bulacağım diye dolmuşun arka tarafını talan ediyordu. Bir ara elinde fenerle dolmuşun arka koltuğunun altını üstüne getirmeye çalıştı. Bir yandan da dolmuş şöförü, eh baktınız yok demek ki başka yerde düşürmüşsünüz ben bu kadar insanı daha fazla bekletemem dedi haklı olarak.
O anda tam ne oldu bilmiyorum ama bir yandan küfürler havada uçuşmaya başladı. Azeri bayanın ağzından o aksanla Türkçe küfürler duymanın getirdiği şaşkınlık bir yana belli ki İstanbul'da yaşamayan biri olarak dolmuş şöförüne ağız dolu küfür etme gafletinde bulunması yüzünden cehaletinin kurbanı olacaktı neredeyse.
Azeri bayan bir yandan polis jandarma diye bağırırken duraktaki diğer şöförler iki Azeri yolcu yerine yolcu bulup biran önce aracı kaldırmak için çığırtkanlığa başladılar. Neyseki bu uzun sürmedi ve 10 dakikalık bir gecikmeyle kalktığımızda şöför çok sinirliydi. Mardin aksanlı Türkçesiyle Azeri bayanla ilgili olarak çok ayrımcı söylemlerde bulundu. Aklımda kalan bir kaç cümle şöyle: "Böylelerini sokmayacaksın ülkeye. Nasıl davranacağını bilmiyor terbiyesiz. Aç geliyorlar buraya. Ülkelerinde bir müstahtem bile değiller. Atacaksın bunları buradan." diye uzayıp gidiyordu.
Bu olaydan sonra aklımda kalanlar: İstanbul Türkçesi konuşanlar için kulağa zaten kaba gelen Mardin aksanlı Türkçe konuşan birinin Türkiye Türkçesi Konuşmaya çalışan Azeri birinin tartışmasına seyirci olmak, kulağımın Türkçe'nin farklı aksanlarına karşı biraz hassas olması bir yana aksanların getirdiği kabalığın yanına bir de küfürlü söylemlerin getirdiği kabalık birleşince ortamda kan dökülmediğine şaşırıp kalmam, Mardinli şöförün ağzından milliyetçi söylemler duyup bir anda Türkiye'ye bir şekilde gelmiş Azeriler hakkında ırkçı sayılabilecek, ayrımcı ve dışlayıcı cümleler duymak, son olarak da Kadınım nasılsa bana vuramaz mantığıyla (ki bunu açık açık dile getirdi "sen kadınlara vurusan?" diyerek) ağzına gelen her küfürü sayarak kalitesini gösteren Azeri bayan (ne işle meşgul olduğunu gerçekten merak ettim ama sorma fırsatım olmadı maalesef...)... Kıssadan hisse, İstanbul sadece İstanbulluları değil, yabacı uyruklu insanları da saldırgan yapabiliyormuş (ya da İstanbul tamamen bahane, insanlar saldırganlaşmak için fırsat arıyorlar, bir nevi güç gösterisi)...
Sabah saat 11:00'de çıkmıştım evimden... Gece saat 22:50 idi İstanbulla vedalaşıp bavulumu hazırlamak üzere evimin kapısını girdiğimde.
İstanbul binlerce kilometre uzakta, ama anıları, yaşattıkları, kokusu, görüntüleri, sesleri, insanları hep yanı başımda, benimle, benim içimde...