Her gün yeni bir şeyler öğrenerek yaşamını sürdüren, büyüyen, gelişen, olgunlaşan bir varlıktır insan. Psikolog Doktor eğitim psikolojisi, çocuk psikolojisi, pedagoji alanlarında ve günlük hayat akışı içersinde hayatın bana öğrettiklerini kendi yansıtmalarımla bu blog aracılığıyla okuyucularla paylaşıyorum. Bir bakıma hem hayatı kendimce yeniden anlamlandırıyorum hem de okuyucularla birlikte yeni şeyler de öğreniyorum.
Poble Espanyol, Montjuic'de bulunan turistik bir mini şehir. Konsepti biraz Miniatürk'ü anımsatsa da burada modeller daha maket ölçülerine göre daha büyük olduğu için köyümsü bir hava veriyor. İspanya'nın çeşitli bölgelerine özel binalar ve her birinin içinde bulunan küçük mağazaları gezmek çok keyifli. Normal günlerde keyifli vakit geçirmek için tercih edilebilecek bu mekan dün (24.05.2009-Pazar günü) daha da keyifliydi.
Abacus kooperatifi tarafından organize edilen 5. Poble Espanyol oyun panayırı çocuklarla ailelerinin güzel vakit geçirmelerine destek olmakla kalmayıp oynarlarken öğrenmelerine de olanak sağlayacak oyun çeşitleriyle de dikkatimi çekti.
Poble Espanyol'un ana girişinden içeri girer girmez karşımıza Çocuk Haklarıyla ilgili oyun köşesi çıktı. Daha önce de dikkatimi çekmişti okul öncesi eğitim kurumlarının çocuk hakları konusunda ne kadar hassas oldukları. Okulların girişinde ya da sınıflarda mutlaka bu konuyla ilgili bir afiş veya bir duyuru asarak çocuk hakları konusunda velilerin duyarlılığını arttırma çalışmaları yapılıyordu. Bu oyun panarındaysa, oyunlar aracılığıyla çocuklara sahip oldukları hakları öğretmek hedeflenmişti. Oyunları anne-babalarıyla oynarken de bu hakları bir nevi uygulamada görmeleri sağlanabiliyordu. Böylece, oyunlar sayesinde hem çocuklar ve anneler güzel vakit geçiriyorlar hem çocuklar haklarının somutlaştırılmış halini deneyimleyebiliyorlar hem de anne-babaların bu konudaki duyarlılıkları artıyordu. Eğitim Hakkı, Eşitlik Hakkı
Sağlık Hakkı
Dinlenilme-Duyulma Hakkı
Çocuk Hakları Temasının Yanında bizim kültürümüze de hiç yabancı olmayan sokak oyunları (su savaşı, lastik, seksek gibi), masa oyunları (masa futbolu vb.) köşesi vardı. Bu köşede daha çok 8 yaş üstü çocuklar ve yetişkinler oyun oynuyordu. Hatta bir babayı tel çember çevirmeye çalışırken, bir anneyi iki küçük kızıyla lastik oynarken (artık almanları mı oynuyorlardı fransızları mı bilemeyeceğim ben sanırım 15 senedir oynamıyorum ama oynamak gerektiğini düşünüyorum) görüntülemek çok hoşuma gitti. Tekrar anladım ki yetişkinlere fırsat verildiğinde onlar da çocuklar gibi şen olabiliyorlar.
Oyun Panayırında 0-3 yaş grubu da unutulmamıştı. Onlar için özel olarak planan oyun alanının yanında ücretsiz araba park yeri bile düşünülmüştü. Gerek el-göz koordinasyonunu geliştiren oyunlar gerekse psiko-motor gelişimini destekleyen oyuncakların köşesi yeni yürümeye başlamış ve henüz konuşamayan çocukların bile anne-babalarıyla kaliteli vakit geçirmelerini sağlıyordu.
Benim gözlemlemekten en keyif aldığım bölüm ise dramatik oyun köşeleriydi. Bu köşelerde zaman zaman o kadar ilgiç sahneler çıkabiliyor ki insan çocukların dış dünyayı anlamlandırma yeteneklerine gıpta ediyor. Bu kez uzun uzun gözlem yapamadım ama bakkal köşesindeki çocukların anne-babalarını da oyunlarına katarak alışveriş sahnesini oynarlarken onları izlemekten keyif aldığımı belirtmeden geçemeyeceğim.
Bu yazımı bitirirken son olarak değinmek istediğim konusu ise tabii ki çok kültürlülük ve farklılıklar. Oyun panayırının eksik olduğu bir yön ise çok kültürlülüğü destekleyici olmamasıydı. Daha çok Katalan kültürünü destekleyici unsurlar dikkati çekiyordu: Bütün duyuruların (ki bana bu duyuruyu hocam gönderdi yoksa benim bu panayırdan haberim olamazdı sanırım), afişlerin, broşürlerin, oyun tanıtımlarının, panayır alanı içindeki yönlendirici işaretlerin hepsi sadece Katalancaydı. Her ne kadar giriş ücretinde 2x1 kampanyasına gidilmiş olsa da sosyoekonomik statüsü düşük geniş bir ailenin katılımını destekleyici bir kampanya değildi bu. Oyun alanında farklı kültürden bir oyun örneği olarak dev mikado vardı, gönül isterdi ki Barcelona'da göçmenlerin çoğunluğunu oluşturan Ekvator, İtalya, Fas, Pakistan'dan da oyun örnekleri görebileyim.
Bu tür etkinliklerin sadece Katalan ailelerin katılımını değil, diğer kültürlerden gelen ailelerin de katılımını destekleyici önlemler alındığı takdirde ortaya daha zengin deneyimlerin çıkacağına hiç şüphem yok.
Her şeye rağmen, özellikle İstanbul'daki anne-babaların pazar günü eğlencesi olarak çocuklarıyla alış-veriş merkezi turu yapma tercihlerine nazaran çok daha eğitici ve öğretici bir örnek bu oyun panayırı. Keşke Türkiye'de de böyle bir duyarlılıkla çocuklar için etkinlikler organize edilse...
Escuela Bressol "Espronceda" Barselona'ya trenle yaklaşık yarım saat uzaklıkta bulunan uydu şehir niteliğindeki Sabadell şehrinin güneyinde yer alan bir 0-3 yaş okulu (sanırım Türkiye'deki eş değeri kreş). Bu bölgenin özelliği yabacıların-göçmenlerin- yerleşim bölgesi olması. Bu nedenle okuldaki öğrenci profili de Birleşmiş Milletler gibi.
Bugün (22.05.2009) bu sene 3. gerçekleşen aileler gününe izleyici olarak katılma şansı buldum. Okulun müdüresi araştırma stajımı yaptığım ekibin bir üyesi, hem stajımın bir parçası olması hem de veliler ve çocukların etkileşimleri hakkında biraz daha fikir sahibi olabilmem için beni bu etkinliğe çağırdı. Daha önceden de okulu ziyarete gitmiştim iki kere, ancak ziyarete gittiğimiz saatlerde velileri görme fırsatımız olmamıştı. Bu nedenle bu etkinlik bana çok kültürlülüğü tam anlamda yaşatma olanağı sağladı.
3 senedir gerçekleşen bu etkinliğin ortaya çıkış nedeni aslında çok kültürlülüğü kutlamak, bunu bir zenginlik olarak tanımak ve kültürel farklılıklara karşı bilinçlendirmek değil. Değişen toplum dinamikleri sonucunda (özellikle de Katalunya'da ki yüksek boşanma oranları yüzünden olduğunu tahmin ediyorum, ancak buna eşcinsel ebevenyleri de katabiliriz sanırım. 2 annesi olan bir çocuğun babalar gününde yaşayabileceği psikolojik karmaşayı tahmin etmek güç olmaz.) çekirdek aile modelinin artık tek model olmaması, bu yüzden sadece anneler veya sadece babalar gününün toplumsal gerçeklere çok da uymaması yüzünden daha aile kavramını daha geniş anlamda ele alarak aileyi oluşturan bir araya getirecek bir etkinlik olarak düşünülmüş ve geleneksel olarak senede 1 kez kutlanmaya başlanmıştır. Okulun bulunduğu bağlama uygun olarak da farklı kültürlerden gelen aileler için bir etkileşim ortamı da sağlanmış. Veliler farklılıklarıyla tam anlamıyla bir renk cümbüşü oluşturmuştu. Ülkeleri bir gökkuşağı olarak düşünmek istersek, gökkuşağını oluşturan renkler arasında Ekvatorlular, Faslılar, Bolivyalılar, Gambiyalılar, Romenler, Ukraynalılar, Katalanlar, İspanyollar, Malililer, Burkina Fasolular ve daha saymayı unutmuş olabileceğim bir çok millet vardı.
Cuma günü saat 15:45-17:15 arası gerçekleştirilen etkinlikteki katılımcılar arasında fazla sayıda baba görmek babaların çocuklarının yaşamlarında ortak sorumluluk kabul ettiklerinin bir göstergesiydi bence. Özellikle 0-3 yaş çocuklarının eğitimlerinde geleneksel cinsiyet rollerinin atfettiği üzere genellikle annelere daha fazla sorumluluk yüklenir. Ancak gerçekte babaların okul öncesi çocukların eğitim sürecine katılmaları onların ileriki yaşlarda olumlu baba modeli edinmeleri açısında çok önemlidir. Her ne kadar Türkiye'deki babaların çalışma koşulları İspanya'daki babaların çalışma koşullarına nazaran babaların katılımını zorlaştırsa da bence gerekli politik/yasal düzenlemeler yapılırsa (burada iş sanırım sosyal güvenlik ve çalışma bakanlığına iş düşüyor) Türk babalar da bu etkin rolü benimsemek için çaba harcarlar diye düşünüyorum (ya da düşünmek istiyorum.)
Dikkatimi çeken diğer bir konu da katılımcı veliler arasında koltuk değnekli, bedensel özürlü velilerin olmasıydı. Kapsayıcı eğitimin üzerinde odaklandığı bir konu da aile bireylerinin çocuklarının eğitim süreçlerine aktif olarak katılımlarını sağlamak için her türlü bariyeri kaldırmaktır. Dolayısıyla okullar her profildeki veliyi dikkate almalı ve onların bireysel ihtiyaçlarına cevap vererek onları rahat hissettirmelidirler. Mesela iki-üç katlı asansörsüz anaokullarına tekerlekli sandalyeli bir velinin çocuğunu sınıfına rahatça çıkıp girmesi biraz ütopik geliyor. Ya da "diğer veliler acaba benim özürlü olmamdan dolayı beni küçümser mi, bana acır mı" psikolojisi de katılımı engelleyen başka bir faktör olabilir. Dolayısıyla veli profilini iyi analiz edip gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.
Etkinlik süresince yapılan çalışmalar ve gösterilere değinecek olursam, kültürlerarası etkileşimdense (interculturalism) çok kültürlülüğün (multiculturalism) yansıtıldığını gördüm. Bu yazımda ikisinin arasındaki farklılığa detaylı değinmek istemiyorum (bu başlı başına 1-2 yazı konusu olabilir). Sadece kapsayıcı eğitimin kültürlerarası etkileşimi hedeflediğini ve bunun için de interaktif ortamlar yaratılması gerektiğini söyleyerek aktivite resimlerine geçeyim:
Faslı veli ülkesine özgü olarak isteyenlerin bedenlerine kına ile desenler çizerek, Afrika'nın çeşitli ülkelerini temsil eden veliler saçları yünlerle örerek ülkelerinin yüzlerce özelliklerinden birini tanıtırlarken (aslında bir özelliğin öne çıkarması exoticismi vurgulama tehlikesini de taşıyorlar, bu yüzden bu tip etkinlikler planlanırken eğer kültürlerarası olma amacı güdülüyorsa daha dikkatli olmakta fayda var), pirinçten top yapma köşesi ve resim çizme köşesi çocukların en fazla talep gösterdikleri yerlerdi.
Kültür tanıtımlarının olmazsa olmazı yemek masası zamanı tabii ki bu etkinlikte de vardı ve masalar da ortamın renkliliğini tam anlamıyla yansıtıyordu.
Aile gününün ortasında ve sonunda ise dans gösterileri yer aldı. Bu gösteriler bence iki anlamda önem taşıyordu.
1) İki dans da Ekvator kökenliydi. Ekvatorlular Barselona ve çevresinde yaşayan sayıca en fazla olan göçmen grup (Almanya'daki Türkler gibiler bir bakıma). Yerel halk tarafından fazlasıyla hor görülen bir gruba dahil olmanın yükünü günlük yaşamda kuşkusuz yoğun olarak hisseden bir grup (Örnek: geçen sene trende seyahat eden Ekvatorlu genç bir kıza durup dururken ırkçı sözlerle tekme tokat girişmişti bir Katalan ve aynı vagonda seyahat eden kimse olaya müdahale etmemişti.) Bu nedenle dans gösteriyle Ekvatorlular bir nevi "Biz burdayız, kendi kültürümüzle sizin hayatlarınıza renk katıyoruz" etkisi yarattılar.
2) Tüm günün kültürlerarası olma kriterine en çok yaklaşan etkinliğine kapanıştaki Ekvator dansı olmasıydı (Ekvator dansı olarak başlayan dans veliler, çocuklar ve öğretmenlerden oluşan tren ile bitti, böylece farklı kültürler birleşerek yeni bir tren biçimi ortaya çıkardılar: kimileri belden tutarken, kimileri el ele tutuşuyor, bazıları başka kimseyle bedensel temasa girmeden trenin bir paçası olmuştu.)
Bu blogumu iki küçük anektod ile kapatmak istiyorum. Gözlemci olarak katıldığım bu ortamda 1 Romen 1 de Faslı anne ile konuşma fırsatı yakaladım. Romen anneyle sohbete Romence Merhaba nasıl dersiniz diye başladım, çocuğa kendi dilinde merhana dedikten sonra bir de hola dedim. Bunun üstüne annesi dedi ki çok sık kullanılan basit kelimeleri biz de kendi aramızda ispanyolcalarını kullanıyoruz. O yüzden o sizi Hola derseniz daha kolay anlar, ancak tabii ki evde onunla Romence de konuşuyoruz diyerek de çocukların nasıl çok dilli bir ortamda yaşadıklarını ifade etmiş oldu (Okulda Katalanca, Dışarda İspanyolca, Evde Romence ve bu çocuk daha 2 yaşında bile değil!). Türk olduğumu duyunca Romanya'da çok fazla Türk etkisi olduğundan bahsetti (ki yemek masasında dolmaların üzerinde Romania yazdığını görünce ne demek istediğini çok daha iyi anladım). Ben Romanya'ya gidip Avrupa Birliği'nin etkisini görmek istediğimi söylediğimde ise, bir şey değişmedi çünkü A.B.'ye girmiş olsak da mantalite aynı diyerek gayet olumsuz bir yüz ifadesiyle değişimden çok da umutlu olmadığını özetledi. Bununla beraber hem kendisinin hem de oğlunun giydiği yerel kıyafetten de Romanyalı olduğunu ifade etmekten gurur duyduğu belliydi.
Faslı anne (bkz: Yukarıdaki Kına Fotoğrafı) elime kına ile desen çizerken ettiğim sohbet ise benim için ayrı bir anlam taşıyordu. Gelecek sene çalışmaya başlayacağım doktora konumun hedef popülasyonu olarak seçmeyi düşündüğüm profildeki bir anne ile ilk etkileşimimdi. Türk olduğumu söyledikten sonra evde hangi dilde konuştuklarını sordum (çünkü Faslıların hepsi arapça konuşmuyor, berberiler Amazig konuşuyorlar) dışarda İspanyolca konuştuklarını söyledi. Ben de bunun üzerine Arapça bilmediğimi, ama Türkçe ile ortak kelimeler olduğunu söyledim ve Arapça öğrenmek istediğimi dile getirdim. Bunun üzerine bana istersem arapça gösterebileceğini söyleyince çok mutlu oldum. Ortak kelimeler dışında bir ortak yanımız da dizilere olan düşkünlüğümüz çıktı. Şu an iki türk dizisi takip ediyormuş (biri Nour adıyla yayınlanan Gümüş, diğer de Esmer adıyla yayınlanan bir dizi ama hangisi çıkaramadım). Gümüş'ü hiç kaçırmadan izlediğini söyledi ki içimden demek ki gazetelerin magazin ekinde çıkan "Gümüş Arap Dünyasını Fethetti" haberleri yalan değilmiş dedim. Küçücük oğlunun adı da Eyüp'müş. Ben de ismini duyunca biraz Eyüp Sultan Camii'nden bahsetmeye çalıştım. Kısacık muhabbetimiz sonrasında kendimi Fas kültürüne çok daha yakın hissettim ve bu kültürü evinde yaşatan annelerin ve çocuklarının içinde yaşadıkları kültüre kendilerini kabul ettirerek (ki Faslılar da Çingenelere ve Ekvatorlular gibi fişlenmiş durumda) uyumlu bir ortamda yaşayabilmelerine katkıda bulunabileceğimi hissettim.
Yaklaşık 1,5 saat süren "Aile Günü" beni hem mutlu etti, hem motive etti hem de merakımı arttırdı. Daha fazla okumalıyım, daha fazla gözlem yapmalıyım, daha fazla insanla konuşarak içinde yaşanılan bağlamı daha iyi tanımalıyım.
Tatil için Türkiye'ye gitmeden önce içimi hep bir heyecan kaplar, aklıma hep güzel şeyler gelir. Bir kaç hafta öncesinden tatilimi planlamaya çalışırım. Her seferinde, "bu sefer ordan oraya koşturmayacağım, evimde dinleneceğim, rahat rahat kitabımı okuyacağım, dizilerimi izleyeceğim" derim, ama tatil sonunda yaptıklarıma dönüp baktığımda arkamda hep bir yorgunluk ve koşuşturmaca bırakırım. İstanbul'un hızlandırılmış hayatı beni de sarmalar.
Barcelona gibi insanların minimum stres düzeyi ile yaşadığı bir şehirden İstanbul gibi haralı güreli bir şehre geldiğimde bu farklılaşmayı daha pasaport kontrolünden geçmeden anlıyorum. Uçaktan iner inmez memleketimde gördüğüm insan manzaraları bana bir daha hatırlatıyor ki Türkiye başka bir dünya.
Mesela bir gelişimde, havaalanının bayan tuvaletlerinden birinde yurdum insanı sigarasını tüttürüyordu, yasak masak umrunda olmadan, memleketimde değil miyim istediğimi yaparım diye kendi kendine söyleniyordu yasağı çiğneyen kahramanımız. Ne de olsa Türkler için yasaklar çiğnenmek içindir. Bu olaydan hemen sonra pasaport kontrolü sırasında bir amca çakallığını kullanarak öne kaynamaya çalışırken önüne geçmeye çalıştığı orta yaşlı genç adamla fiziksel kavgaya girişiyordu. Türk milleti değil miyiz, sabırsızız, diğer yandan da hakkımız yeniyorsa bunu engellemek için küfüre veya kaba kuvvete başvururuz.
Bu olaylardan sonra nihayet havaalanından dışarı çıktıktan sonra arabayla daha 5 dakika bile gitmemiştik ki ölümcül sonuçlu bir trafik kazasına şahit oldum. Artık kaza yapan kişi ehliyetini kasaptan mı almıştı, aracı alkollü mü kullanıyordu bilemiyorum ama bomboş yolda aşırı hız yüzünden meydana gelmiş bir kaza görünümündeydi.
İşte bu üç olayı, İstanbul'a inmemden hemen sonra, 1 saat içinde üst üste yaşadığımda kendi kendime "İstanbul'una hoşgeldin" dedim. Artık bu farklı dünyaya göre kendimi kurmam gerektiğini kavramıştım.
En son gelişimde de çok farklı bir manzarayla karşılaşmadım: gayet nezih bir restoranda yemek yerken iki yan masamda oturan gruptaki bir adam ne diyorsun sen terbiyesiz diye garsonun üzerine uçtuktan sonra başka biri o adamın kafasında bardak kırdı, daha sonra başka biri de "sen benim kim olduğumu biliyor musun?"culuk yaptı. Ortalık sakinleştikten sonra bile yanımda benimle yemek yiyen arkadaşım sakinleşemedi, çünkü ne de olsa insanlar dürtüseldi, eve gidip tabancasını alıp mekana geri döndükten sonra rastgele ateş açarak birilerini öldürebilirdi. Bu olaydan iki üç gün sonra haberlerde yol verme kavgası yüzünden bir gencin önce dövüldüğü ondan sonra da vurularak öldürüldüğü gösteriliyordu.
İstanbul'un en büyük sorunu bence hala trafik. Metrobüs güya trafiği biraz rahatlatacaktı, ancak bunu projelendiren üstadlar sanırım insan yoğunluğunu pek hesaba katmamış olacaklardır ki ne zaman yolum metrobüsten geçse bir alt alta üst üstelik durumu söz konusu. Kuşkusuz şehrin merkezine uzak oturan kişiler için bir kurtarıcı oldu bu sistem. Ancak bazı ilçelerde oturan kişiler için işkenceden farkı kalmadı. Bu toplu taşıma sisteminin diğer bir sonucu da varoşlarda yaşayan kesim ile orta sınıfın (orta ile üst sınıfta kalanlar da dahil) buluşması oldu bence. Kuşkusuz bu durum özellikle orta sınıfa mensup kullanıcılara rahatsızlık verdi (ve halen veriyordur sanırım).
Bu örnekler haricinde aslında daha çok şey var bana Türkiye'ye geldiğimi ve İstanbul yaşamına ayak uydurmak için kendimi değiştirmem gerektiğini bana hatırlatan. Barcelona'ya geri dönerken kendimce çıkardığım sonuçlar ise sorunları çözebilmek için öneri getirmekten çok "neden böyleyiz biz"i sorgulamamı tetikleyen şeylerdi:
1- Türkiye'de insan hayatının değeri yok. Her an, beklenmedik bir şekilde hayata gözlerimizi yumabiliriz. Bu yüzden zaman insanlar için çok değerli. Bu da insanların sabırsız olmalarını tetikleyici bir unsur olabilir. İspanya'da ise durum tam tersi, insan hayatı uzun, ölüm riski az, zaman bol. Durum böyle olunca insanların zaman içinde yaşadıklarını kaygısızca, keyifle, ağır kanlılıkla yapması doğal.
2- Türk insanı derdini kelimelerle ifade etmeyi tercih etmiyor. Çözümü bağırarak sesini duyurmaya çalışmakta, küfür ederek üstünlük sağlayabileceğini düşünmekte ve kaba kuvvet kullanarak sorunu yok edeceğini sanmakta arıyor. Kitap okumayan, kelime haznesi kısıtlı olan, dinlemeye ve dinlenilmeye alışmamış bir toplum için bu tip dürtüsel davranışlar kaçınılmaz. Benim sorguladığım ve halen cevabından emin olmadığım nokta ise şu: Bu orta asyalılıktan bize kalan bir özellik mi, yoksa eğitim eksikliğimi?
3- Yukarıdaki madde de sorduğum sorunun cevabı ne olursa olsun sonuç olarak eğitim şart. Sabırlı olmak, tolerans gösterebilmek, empati kurabilmek, problem çözme becerileri öğrenilen davranışlardır. Bunların kazanılması da akademik(ya da bilişsel gelişim) merkezli bir müfredatla değil, daha hümanist (sosyo-kültürel/psikososyal gelişim merkezli) bir müfredatla mümkündür. Mevcut eğitim sistemimizde de sanırım bu tip müfredatların daha etkin bir şekilde uygulanabildiği alan okul öncesi eğitimdir. Bu nedenle de okul öncesi eğitim oranı yükselmelidir.
4- Türkiye'de hoşgörülülüğümüz, kültürel çeşitliliğimiz ile övündüğümüz günler artık geride kalmıştır. Bunu kabullenerek işe başlayıp "ötekileştirdiklerimiz" i "biz"leştirmek için neler yapabiliriz bunu düşünmeye başlamalıyız...